bu mektup sana değil
konuşma yaşına gelen eşyalara
demiri dövenin elinden canıma geçen ağrı büyüyor
sabahları beni dışarı çıkaran acı ağacı
geceleri beni eve gönderen zaman
yapmaman gereken şeyler
kalbimde sürtünüp büyüyen delik
zaman hızlı ama, vakit geçmiyor
öyle ki, bazen yukarıdan attığım öfkeyi
aşağıdan toplayabilecek kadar hızlı çarpan bir kalbim var
okudum,
öfke, yavaş yavaş düşüyormuş aşağıya…
bu mektup sana değil
bakma yaşına gelen eşyalara
utandığım bir yüzü oluyor bazı eşyaların
durmadan bir yerimi kurcalıyor yoksulluk
kalbi kırık bir ok nereyi vurabilirse orası oluyorum bazen
gövdemi doldurduğum alkolle
gözlerimi kırmızı kırmızı edip bakıyorum yüksek binalara
hepimiz, dünya soğuktur diyen o, nineden olmadık mı
inin aşağı,
izledim
öfke, yavaş yavaş çıkıyormuş yukarıya…
bu mektup sana değil
duyma yaşına gelen eşyalara
günün öğünlerinden yapılmış
bir mutsuzluğa çağırıyorsunuz birbirinizi
günde kaç kere yanımdan geçiyorum
aklımdan hem ekmek hem gül geçiyor
siz yoksunuz
ayın ortası her pazartesi
bu mektup sana değil
susma yaşına gelen eşyalara
dünyanın kaç harikası var biri de yutkunmak
önümü ilikleyip çıktığım dışarılar
biliyorsunuz, bazı fotoğraflarda canı sıkılan bir ağaç gibi bakıyorum dünyaya
umduğum felaket bu değildi diyorum
bu dünyada birini sevdik o da öldü diye karşılandığım bir yasta
göğe bakıyorum
ben de, aferin diyorum tanrıya aferin
çünkü, şöyle savaşlara inandım
sonuncu dünya savaşında kaç asker intihar etti
kaç kez yutkundu dünya
olsam mutlaka yanlış yerde nöbet bekleyen bir asker olacaktım
kırk gün kırk gece aynı dalgınlıkla
bu yüzden bu mektup sabaha karşı yalnız olan bütün eşyalara…
bu mektup sana değil
bu mektup sabaha karşı yalnız olan bütün eşyalara…