Aradan aylar geçtikten sonra, aynı yatağa uzanabildiğimde anlıyorum eve dönmenin ne demek olduğunu. Yalnızca tek bir eylemin hayatın geri kalanına dair tutunma aracımız olduğunu bilemezdik. Ayağımızın yere sağlam basması hissinin nasıl büyük bir şey olduğunu da. Bir mecazı kastetmiyorum burada; sözün gerçek anlamıyla bir sağlamlıktan söz ediyorum. Bastığında titremeyen, sizi içine alacağından endişe etmediğiniz bir zemine sağlam basabilmek.
Aradan aylar geçse de dönebilmek eylemi de, döndüğünde yerinde bulabilmek eylemi de hâlâ çok kıymetli. Bunu bazılarını yerinde bulamadığımda anlıyorum. Aşinalıklarımızı yitirdiğimizde anlıyorum. Her bir köşesinde oyunlar oynadığımız sokaklarımızı bir yetişkin gözüyle gördüğümüzde dahi tanıyamıyor oluşumuzda mesela. Sokakların deprem sonrası büründüğü o kokuda. Eskiden şekerleme kokan sokaklarımızın kendine has o rayihasını da özlüyor oluşumuzda. Eylemler değişiyor, dönüşüyor, kaybettiklerimiz de keza. Her bir kaybın tesiri ile yaşama dair hevesimiz de başkalaşıyor. Tüm bu kaybın ve bir başınalığın ortasında yine eve dönmeye tutunuyorum. Aklımda cevabını bilmediğim onlarca soru ile. Evimizi yitirdiğimizde de hayat yine de eve dönmekten ibaret mi? Ev neresi? Yıkılsa da o dört duvar, dönebileceğimiz sevdiklerimizin olduğu her yer mi ev? Dönebilmek eyleminin ta kendisi mi?