Evler var. Gözümün görebildiği kadar uzaklıkta, ruhumun sıcaklığını hissedebildiği kadar yakın. Evler var.


Bu akşam da kendimi ikindi vakti Karaköy'ünde buldum. Mekanlara anlam yüklemeyi çocukluğumdan beri sevmişimdir. Çokça anlam yüklemek ama bir o kadar da eksik olan aidiyet yoksunluğu. Güneş başka yerlerde doğmak için batarken, içimin bir an şiddetle titrediğini hissettim. Hemen kollarımı sıvadım ve diken diken olan tüylerimi gördüm. Sahi, bileklerim ne kadar da incelmişti? Bu kadar hızlı zayıflayacağımı tahmin etmiyordum. Doktorlarımın söylediği şeyler beni yanıltmıştı. Daha iyi olacağımı söyledikleri her an bile onlara toz zerresi kadar inancım olmamıştı. Görünen köye kılavuz gerekmez misali... Bir anda çöken yüzüm, sivrileşen yüz hatlarım, bilardo topu gibi belirginleşen elmacık kemiklerim... Kar beyazı bir mendile benzeyen ten rengime ne demeli? Evet, söylemişlerdi. Hastasın; bu süreçte zayıflayacaksın, mide bulantıların artacak, tenin solgunlaşacak. Ama bana bunların 3 aylık bir sürede gerçekleşeceğini söylemişlerdi. Ah Tanrım! Şu an saniyelerin hesabını yapıyorum. Bu kadar hızlı olmak zorunda mıydı? Annemin ince ve uzun parmakları ile ördüğü kumral rengi saçlarımın ellerime tutam tutam gelmesi ne demek!.. Sen bilebilir misin Tanrım? Yüzümü ve çelimsizleşen vücudumu görmemek için evdeki tüm aynaları ve yansıtıcıları kırdığımı bilebilir misin Tanrım? Ya ayna parçalarını kaç defa incelmiş bileklerimdeki damarlarımda hıçkıra hıçkıra ağlayarak gezdirdiğimi? Belki de biliyorsundur.

Ailemi bizzat kendim sebep olduğum o elim kazada kaybettiğimde de elimde henüz parçalanmamış bir ayna vardı. Sürücü koltuğunda oturan babamın okyanus mavisi gözlerini elimde tuttuğum o lanet aynadan yansıyan güneş ışığı aldığında. İşte o zaman aynalara ve yüzümü görebileceğim her bir şeye küstüm. Kendime küskünlüğüm ve kızgınlığım 11 yaşında sebep olduğum o trafik kazasından beri süregelir.


Beni unutmadığını biliyorum Tanrım. Sen yarattığın hiçbir canlıyı kaderine terk etmezsin. Bir noktadan sonra kendi seçimlerimizi yaşıyoruz. Benim ödediğim bedel biraz ağır sanki. Bu ruha ve günden güne eriyen vücuduma ağır. Sanki.


Şimdi Karaköy Rıhtım'da, ayaklarım buz gibi suya değerken, parmaklarıma dolanmış bir tutam saçım 1486 yıldır, her şeye rağmen dimdik ayakta durabilen Ayasofya'yı seyrediyorum. Yanımda birkaç insan oltalarına yakalanacak birkaç balığı sabırla bekliyor. Sabır konusunda o kadar da iyi değilim Tanrım, biliyorsun.


Marmara'nın mavisinde babamın gözlerini görüyorum. İçi gülüyor. Yaşanılan onca şeye rağmen benden o güzel gülüşünü eksik etmeyen annemin yüzünü çarşaf gibi olan dalgalarda görüyorum. Onlardan ayrılalı çok oldu. Zamanın nasıl bu kadar hızlı geçtiğini anlayamadım. Oysa hala onların büyümemiş kız çocuğu olarak kalmalıydım. Annem beni doğurdu, zamanın kollarına attı. Zaman beni emekletti, yürüttü ve büyüttü. Şimdi de geldiğim yere, toprağa yolculama vakti geldi çattı.


Her şey kötü gitmedi tabii ki. Hastanenin soluk yeşil odasında, damarlarımdan tüm vücuduma soğuk, sarı bir sıvı zerk edilirken gözleri tıpkı babamın gözlerinin rengi gibi okyanus mavisi olan genç bir çocuğa aşık oldum. Belki dışarıda, denizin ılık esintisi eşliğinde bir kahve yudumlama fırsatımız hiçbir zaman olmayacak. Çünkü şu an ikimiz de zamanın aleyhimize işlemesi ile mücadele ediyoruz. Gerçi esen rüzgar başımda son kalan birkaç tel saçımı da alır götürür ya neyse. Anın tadını çıkarmaya çalışıyoruz ikimiz de. Sarı sıvı eşliğinde okuduğumuz kitapları, konularını, dinlediğimiz müzikleri anlatıyoruz birbirimize. Bazen birimizden biri yorgun ve halsiz düşüyor ve uyuyakalıyoruz.


Omzuma biri dokunuyor. Kafamı sağıma çevirdiğimde gözlerimi batmakta olan ikindi güneşi alıyor. Kim olduğunu seçemiyorum. Kısacık gölgesi arkamıza düşüyor. Gözlerim yavaşça ışığına alışıyor. Okyanus mavisi gözleriyle bana bakıyor. Ellerinde şu yeni nesil kahvecilerin hayatı kolaylaştıran türde karton bardaklarında, dumanı ve kokusu ılık esintiye karışan içimizi daha da ısıtacak kahveler. Kahveleri ellerime tutuşturuyor, sağ yanıma oturuyor, incecik parmaklarıyla ayakkabılarının bağcıklarını çözüp, bembeyaz ayaklarını Marmara'nın soğuk suyuna bırakıyor. Saçsız başını omzuma yaslıyor. Sıcaklığı tüm hücrelerime işliyor. İşte şimdi zaman bu sefer lehimize akıyor. İçtiğim en güzel kahve diye bir cümle dökülüyor utançtan kıpkırmızı olduğuna emin olduğum dudaklarımdan. Zaman bu sefer lehimize akıyor, akıyor, akıyor. Bu hayatı ve bana getirdiklerini sevdiğime karar veriyorum.