Küçük bir deniz kasabasında yaşayan genç bir sanatçı vardı, adı Eylül.
Eylül’ün evinin penceresi, masmavi bir denize ve sonsuz gibi görünen bir gökyüzüne bakıyordu. Evinin bahçesinde rengârenk çiçekler açar, sabahları kuşların şarkısıyla uyanırdı. Ama onun en büyük tutkusu, deniz kenarına gidip eski bir keman gibi görünen ama gerçekte bir sihirli keman olan enstrümanıyla müzik yapmaktı.
Eylül’ün kemanı sıradan değildi; her nota çaldığında, denizin üzerinde parlayan altın rengi ışıklar belirir ve kıyıya minik kelebekler uçarak gelirdi. Bir gün, kemanla çaldığı müzikle bir hayal kurdu: "Bir gün, bu notalar beni bilinmeyen bir yere götürecek."
Bir akşamüstü, güneş batarken kemanını alıp sahile indi. Gözlerini kapatıp melodilere kendini kaptırdı. Derken, denizden bir dalga yükseldi, dalga bir an duraksadı ve bir kapı şekline büründü. Kapının ardında parlayan bir dünya vardı; Eylül merakla içeri girdi.
Kapıdan geçtiğinde, kendini ışıl ışıl parlayan kelebeklerin, devasa çiçeklerin ve gökyüzünde uçan yıldızların olduğu büyülü bir ormanda buldu. Bu, notalarının yaratmış olduğu bir dünyaydı. Burada zaman durmuş gibiydi. Eylül, ormanın ortasında, kendisine minnetle bakan canlıların oluşturduğu bir topluluk gördü. Her biri, onun müziğiyle buraya bağlandığını söyledi.
"Sen, sadece bir müzisyen değil, bir yaratıcı ruhsun," dediler. "Bu dünya senin melodilerinle büyümeye devam edecek."
Eylül, her gün bu dünyaya dönüp yeni melodilerle ormanı büyüttü. Ama bir sır keşfetti: Bu dünya onun hayallerinin bir yansımasıydı. Her çaldığı notada sadece müzik değil, kendi içindeki umutlar, sevgi ve huzur da hayat buluyordu.
Ve o günden sonra, Eylül deniz kıyısına her inişinde kemanından çıkan notalarla hem gerçek dünyayı hem de kendi iç dünyasını güzelleştirdi.
Çünkü bazen, en büyülü yerler, bizim hayallerimizde saklıdır.