Kapı çaldığında, Afife Hanım tam olarak yirmi yedi gündür pencerenin önünde oturmaktaydı. Tamı tamına yirmi yedi gün. Boydan boya solmuş perdelerin ve ne kadar aksi rica edilmiş olsa da ancak yarım açılabilen, açıldığında çocukları aslanlara yem olmuş bir ceylan gibi feryat edercesine gıcırdayan bir pencerenin önünde. Tamı tamına yirmi yedi gün, üç saat ve birkaç dakika. Yalnızca birkaç yavaş dakika. İnsanlar için kısa, pencereler ve Afife Hanım için birkaç asırlık birkaç dakika. Bu birkaç dakikayla Afife Hanım’ın ne kadar süredir dalaştığını kimin bildiğiyse kocaman bir merak konusu. Kendi adına bazı tahminleri her zaman olmuştu ancak hafızası pek kuvvetli değildi. Bazı saniyeleri net hatırlamaktaydı fakat genellikle sonradan doğanları. Bunların her biri de ayrı dakikalar içinde doğmuş ve dakikalar içinde ölmüştü. Her şey elbette dakikalar içinde doğacak ve ne olursa olsun solacaktı. Bu dakikaların sayılması gerektiği şüphe götürmezdi ancak Afife Hanım onları saymayı uzun zaman önce bırakmıştı. Ne akrebe ne de yelkovana kafa tutmanın bir anlamı olmadığına karar vereli de pek uzun zaman olmamıştı doğrusu. Onlar her zaman kazanırmış gibi görünürdü, tek bir an hariç. Zamanın koca krallığında küçücük, önemsiz, tek bir an. Kendilerine verilmiş tüm dikkatin bir düşüncenin kısacık, şanlı ve kanlı tören alayında dağıldığı o an. Kapının çaldığı o an. Afife Hanım kapıya baktı. Gelen kim olabilirdi? Kim olduğu çok da önemli değildi, belki kapıcı Salih Efendi, belki de annesiydi. Kim olursa olsun bu it dalaşından haberi olmasa iyi olurdu. İnsanlar kavga görünce çekirdek almaya giderlerdi bu çağda. Belki hepsi değil ancak Afife Hanım hiç başka türlüsü ile karşılaşmamıştı. Kararını verdi. Yelkovanı ve akrebi ilmekleri atmış hırkasının ceplerine gizleyen Afife Hanım yirmi yedi gün sonra yürümeyi yeniden öğrenerek kapıya doğru ilerledi. Emekledi demek daha doğru olur. Çünkü insan yürümeye mecbur bırakıldığında önce emeklemek zorunda kalır. Sonra belki biraz sendeler ve birkaç kez yıkılır ama dünyanın inadına kafa tutamaz ve yürümeyi öğrenir. Afife Hanım da meseleyi kafasında çok büyütmeden ve dünyanın gazabını kendi üzerine çekmemeye çalışarak, yürümeyi yeniden öğrendi. Kapıya vardığında epey bir yol kat etmişti. Kapının koluyla tokalaşarak geleni karşıladı.

Fakat karşılayacak kimse yoktu. Afife Hanım sağına soluna bakındı, canına kastı fark etmesi uzun sürmedi. Mavi renkli bir kutu vardı ayaklarının dibinde. Bir kutu. Muhtemelen ahşap. Çok yaşında. Uzanıp daha yakından bakacaktı ki Mahir Bey’in geçişini gördü göz ucuyla. Seslendi;

—Mahir Bey!

—Buyur hanım kızım.

—Bu kutuyu siz mi bıraktınız buraya?

—Ne kutusu kızım?

Afife hanım sessizlikle cevap verdi Mahir Bey’in sorusuna. Üst kat komşusuydu ve bugüne dek aralarında bir huzursuzluk çıkmamıştı. Doğruyu söylememesi içi bir neden yoktu. Adama başıyla verdiği ağır selamdan sonra kutuyu aldı yerden. İncelemeye başladı.

Salladı onu, tecrübeleri kapalı kutulardan hayır gelmediğini çokça defa kanıtlamıştı ona fakat görülüyordu ki bir türlü ikna olmamıştı geçtiğimiz yirmi yedi günde. İncitmeden salladı kutuyu, sağa ve sola; yukarıya ve aşağıya. Tıkırtılar yükseldi. İçinde küçük parçalar olmalıydı. İyi ama ne tür parçalardı bunlar? En iyisi pencerenin önünde bakmak diye düşündü. İçeri dönmek üzere kapıyı kapatmaya yeltendi fakat kapı kapanmıyordu bir türlü. “Bir şey mi anlatmaya çalışıyor acaba?” diye düşündü Afife Hanım. Sonra eşiğe sıkışan kilimi ayağıyla kenara çekip kapadı kapıyı. Koltuğuna dönüp kutuyu masaya bıraktı. Yeniden incelemeye koyuldu. Boydan boya çizikler ve çatlaklar içinde,  bir zamanlar mavi olduğu ancak ışıkla karşılaştığında kırıldığı görülen verniğinden anlaşılan bir kutu. Hangi ağacın ölümden sonraki yaşamıydı acaba? İçinden yükselen tıngırtılar Afife Hanım’ın çocukluğunda oynadığı zilli topaçların sesine benziyordu. Gaipten gelen bu kutuya dair bu ilk intiba, içini açmakta bir sorun olmayacağını düşündürdü Afife Hanım’a. Kutunun kapağını kaldırıp masaya doğru ters yüz etti. Dünyada hiçbir ahşap parçası ters yüz edilmeye bu denli kızmamıştır fakat bu öyküdeki kutu öyle öfkelenmişti ki içindeki her şeyi kustu masaya. İçinden çıkanlarsa daha da şaşırtıcıydı. Bir yapbozun parçaları. Parçalar kutunun görüntüsünden daha eski bir resmi işaret ediyordu. Kutuda referans alınacak bir resim yoktu, yalnızca parçalar. Her biri kendi halinde, anlatacak neleri olduğunu kendileri de tam kestiremeyen, öylesine parçalar. Fakat parçaların eski olmaktan daha büyük bir meziyetleri vardı. Kim bırakmıştı onları? Neden kendini göstermemişti? Bu bir hediye ise niçin verilmiş bir hediyeydi? Biri mi unutmuştu kapıda, ayakkabısını bağlarken? Belki de Aliye Hanım’dı. Daha önce bir kez pazar arabasını, bir kez de oğlunun ceketini unutmuştu kapının önünde. Bu kez niçin öyle olmasındı? Üstelik bir yapboz bir çocuk için de uygun bir oyuncaktı. Afife Hanım kutuyu eline alıp, hırkasının önünü kapattı. Tekrar yüzgöz olmayı istemese de yürüdü baş belası kapıya doğru. Pencereler ve kapılar niçin bir kez olsun naiflikle, nezaketle yaklaşmıyordu kadına? Niçin yoruyorlardı onu başka hiç işi gücü yokmuş gibi? Omzuna dokunup “Bunları başka zaman tartışırız, Afife” dedi kendine. “Şimdi gidip şu çocuğun oyuncağını ver ki kadın gelmesin”.  Parçaları kutuya geri koydu. Anneannesinden kalan terlikleri giydi ve üst kata çıktı. Yine bir başka kapı karşısındaydı. “Bu seferki yeniymiş” diye düşündü. Çaldı. Kapıyı Aliye Hanım açtı. Oğlu da eteğinde:

—Komşu?

—Merhaba Aliye Hanım, bu kutuyu kapımın önünde buldum, sizin mi?

Kadın dokunmak istemediği kirli bir şeymiş gibi uzaktan inceledi kutuyu. Tiksindiği belliydi. Ev kadınlarının bu gereksiz sterilliği bir gün bir yerde bela açacaktı Afife Hanım’ın başına muhakkak. O gün bugündü. Kadının vereceği cevabı beklemeden kutuyu hırkasının içine tıkıştırdı. Rahatsız ettiği için özür dileyerek kendi kapısından geçiverdi bir kez daha. Yine pencerenin önündeydi. Şimdi odada üç kişilerdi, Afife Hanım, yapboz kutusu ve perdeler. “Madem öyle” dedi kendi kendine, “öğrenmek için çözmekten başka yolum yok”.

Afife Hanım parçaları tek tek masaya yaydı, hepsinin ön yüzlerini büyük bir titizlikle çevirdi. Şöyle bir göz gezdirdi. Renklerin bazıları çok solgun ve bazıları da çok parlaktı. Hepsinin aynı kutudan çıkmış olduğunu bilmeseydi birkaç farklı yapbozun parçalarının olduğunu düşünürdü. Bunun bir önemi de yoktu doğrusu. Yapboz bitince nasılsa neyin ne olduğu anlaşılacaktı. Elbette öncelikle çerçeveden başlamak gerekiyordu. Afife Hanım köşe parçalarını pirinç ayıklamaktan edindiği tecrübeyle tek tek birleştirdi masanın sol tarafında. Fakat pirinç ayıklamadaki beceriksizliği burada da bırakmamıştı yakasını elbette. Çerçeveyi bitirdiğinde akşam çoktan çökmüştü. Gözleri acıyordu. Hava serinlemişti de üstelik. Gökyüzünde bulutlar vardı, uzun süre kapalı olacaktı hava, akşam haberlerinde söylemişlerdi. “Beklenmedik olmadıkça her şey güzel bir plandır.” Sözünü hatırlattı kendine. Üstüne battaniyesini sarındı, bir fincana çay koydu ve yapbozun başına döndü. Çerçeve nihayet tamamlanmıştı ancak iç parçaları yerleştirmeden bir şey anlaşılmayacaktı belli ki.

Saatler geçtikçe Afife Hanım arpalarla yarışmaktan bitkin düşmeye başladı. Ama bir ayrıntı onu bu bitkinliğin karşısında dimdik tutmaya yetiyordu. Zaten ayrıntılardı onu bugüne getiren, seçimleri değil. Yalnızca ayrıntılar. Dikkatliydi, her zaman. Ama bu kez iş onun dikkatini de, ayrıntılara olan düşkünlüğünü de ters yüz edecekti belli ki. Elindeki bir parça söyledi bunu ona. Parçayı doğru yere düşürdüğü anda –yerleştirmek denemez buna çünkü parça düşmek için davranmıştı adeta- duydu o parçayı. Üzerinde sevdiği bir dostunun yüzü vardı. “Ama nasıl olur?” diye düşündü, kalakaldı demek daha doğru olur. Afife Hanım artık korkunun rengini biliyordu, ters yüz ettiği parçaların içinde sevdiği herkesin yüzlerini gördüğünde öğreniverdi, bir çırpıda. Elleri titreyerek ayırdı tüm yüzleri bir kenara, uzun uzun baktı onlara. Onun “herkesini” kim böyle tanıyor olabilirdi? Ona kim böyle bir oyun oynuyor olabilirdi? Afife Hanım artık öfkenin rengini de öğrenmişti. Kime ve neden öfkelendiğini bilmiyor olsa da içine gelip oturan o öfke. Neron’un kibriti gibi bir öfke, o yanarken karşısında gülümseyerek onu izleyen bir öfke. Saf. Ve yine o soru, “kimi bu kadar kızdırdım?” diye düşündü. Artık merakın bir yarışta öfkenin de önüne geçebileceğini öğrenmişti. Tüm gece bu soru döndü aklında. Kim… Kim… Kim… Kim… Kim?

“Kim” kelimesi, dikkatli bakıldığında yirmi altı köşeye sahiptir. Afife Hanım sonraki gecelerin her birinde kendinden bir parça bırakarak dolaştı bu köşelerin her birini. Başta koşarak ve yaralarına aldırış etmeyerek, sonra yürüyerek; olağanca dikkate rağmen kesiklerden kurtulamayarak, sonra da sürünerek; dizlerinin değil, göğsünün ve avuçlarının üzerinde. Yine de bulamadı. Bulamadıkça yapboz ile aralarında büyüyen bu kan davası onu en son kimin öleceğini düşünmeye itiyordu.  Parçalar yerleşiyordu ancak sorular bitmiyor, daha da artıyor, öylesine bir tepeden bir dağa dönüşüyordu. “Yaşam da böyle” diye düşündü, “Neyi bilmediğimden bile haberim yok ama her günüm bir yapbozu çözmeye çalışmakla geçiyor. Üstelik insanım.” Son cümlesi bir havai fişek gibi patlayıp, bir sürü kuşu öldürdü kafasında. “Üstelik insanım”. Yalnızca insan. Perdelere ve fincan fincan çaya sığınıp vakit öldüren bir et ve kemik yığını. Fark ettiği tek gerçeklik bu değildi, bir gece yarısı nihayet yapbozdaki tüm yüzler yerine oturmuştu. Herkes gülümsüyordu. Bir kişi hariç. Afife Hanım resmin içinde yoktu. En azından üst kısmında.

Afife Hanım o gece rüyasında, sırtından yirmi beş bıçak çıkardı.

Birine uzandığında elleri titredi; çıkarmaya kıyamadı.

Sabah uyandığında, yüzünün sol tarafında yapbozun izi vardı.  

Kendine bir fincan çay doldurdu, yüzünü yıkadı ve masanın başına döndü.  Gözleri ona pek katılmasa da birkaç saatlik uyku iyi gelmiş olmalıydı muhakkak. Yemek yeme sorununu çözmek gerekiyordu yine de. Kafasını nerede bıraktığını hatırlayabilseydi bunu da halledebilirdi muhakkak. “Keşke hatırlatabilecek birileri olsaydı” diye düşündü. Keşke düşünmeseydim diyeceği anlar uzak değildi ama henüz bilmiyordu. Sessizlik bayat bir ekmek gibi, kırıntılar saçarak bölündü. “Hırkanı giy” dedi biri. Afife Hanım arkasına baktı, sonra yukarı, sonra aşağıya. Kimse yoktu. Artık kendi kendine de konuşmaya başlamıştı görünene göre. Oysa göründüğü gibi olan “şey”ler uzun zaman önce dünyayı terk etmişti. Afife Hanım bunu kendi gözleriyle görmüştü. “Kim?” sorusu da bunlardan biriydi elbette. Günlerdir yolunu kaybetmiş ve açlıktan hızlı ve umarsızca sağa sola koşuşturan böcekler gibi ellerinde, tuttuğunu asla bırakmayan iki el gibi ayak bileklerinde dolaşan o soru. Aklın tahta kuruları tarafından da pekâlâ ele geçirilebileceğine kanıt o soru.

Çaresizliğin aynada kendine gülümsemesini ele veren, asla enselenemeyen o soru; “Kim!?”

Afife Hanım artık bu soruyu cevaplamalıydı. Aksi halde soru onu cevaplayacaktı. Oysa Afife Hanım ne soru olmak istemişti ne de cevap şimdiye dek. Cevaplamaktan vazgeçti. Soruyu soran her kimse ona bir cevap vermek gerekiyordu yalnızca. Şimdiye dek bunu hiç yapmamıştı. İlk kez birileri onu bir soru işaretine dönüştürmesin diye kutuyu kaptığı gibi apartmanın boşluğuna koştu. Boşluk olmak zorundaydı çünkü soru işaretleri en çok boşlukta görüldüğü gibi, insan sesinin en yüksek duyulacağı yer de muhakkak apartman boşluklarıydı. Afife Hanım nereden edindiğini bile hatırlamadığı bu bilgilere olan güveniyle avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı merdivenlerin dibinde;

“Kapıma bıraktığınız bu hiçlik beni nereye götürecekse, sizi de oraya götürecek!”

Kibir ve gurur kurdu bu cümleyi. Afife Hanım ikisini üst üste koyup gömmüştü. Düzgün bir tören olmadığı için sonra çok pişman oldu ama toprak çoktan atılmıştı, Afife Hanım da onlarla birlikte toprağın altında kalmıştı. Yine de bu çok sonra oldu, o an komşular kapılara çoktan akın etmiş, onu ayıplamaya başlamışlardı bile. Kimi yıllardır biriktirdiği cık cık seslerini mermiler gibi üzerine boşaltabileceği birini bulmanın haklılığıyla geldi ona, kimi de “delirdi zavallı, vah vah!” samimiyetsizliğiyle. Oysa Afife Hanım ne soruydu, ne de cevap. Ne o cık cık sesleri, ne mutsuz bir haklılık payı, ne de… Bu cümlenin devamı gelemezdi. Ne olmadığını biliyordu ama ne olduğunu henüz bilmiyordu. Gerçekten delirmişti belki de.

“Delirmek ne renktir?” dedi biri.

“İhtişamlı bir mavidir!” dedi öteki.

“Sen kurcaladın.” dedi biri,

“Kendi düşen ağlamaz” dedi öteki.

Kafasında hemfikir oldu tüm bunlar. Her neyse ya da her kimdiyseler. Haftalar sonra oldu tüm bunlar. Afife Hanım artık emindi. Delirmişti. Kafasında kendininkinden başka sesler olan birine dünyada başka bir şey denemezdi. Başka yerleri bilemeyiz ama dünya olmaz. Dünyada kendi kendine kalmak ve perdelerle konuşmak isteyen herkes deli olarak tescillenir, buradan geriye dönülemez ve buna hiç kimse, tek kelime dahi edemez. Afife Hanım da edemezdi. Bu yüzden kutuyu bağrına basıp perdelerin önüne, masanın başına ve hiçliğin ortasına -bunların hepsi aynı yerdeydi- döndü. Sesinden vazgeçerek. Sessizce parçalara uzanarak ve onları böceklerini de rahatsız etmeyecek bir sessizlikte yerlerine yatırarak. Şefkati dünyayı yerinden oynatabilecek bir anne gibi, ama sessizce. Yapbozun bitmesine birkaç sıra kalmıştı artık. Parçaları tek tek yerleştirirken bir kadın elbisesine benzer bir karaltı gördü resmin alt tarafında. Beyaz. “Bir kumaş için ne tuhaf bir renk” diye düşündü. Başka bir parça ona siyah ve kahverengi saçları verdi. Bir başkasıysa yüzü. Afife Hanım herkesi bulmuştu artık. Yerde uzanan kendiydi.

Gözleri bağlı, elleriyle ağzını kapamış uzanıyordu yerde. Resimde herkes gülümsüyordu. Herkes. Gülümsüyorlardı. Gözleri ağlıyordu ve dudakları gülümsüyordu. Afife Hanım yerde öylece uzanıyordu. Herkes ağlıyor ve gülümsüyordu. Belki de öyle değildi. Resimde kimse yoktu. Kimse gülümsemiyor ya da ağlamıyordu. Belki de Afife Hanım değildi oradaki, belki oydu. Delilikti belki yerde uzanan. Afife Hanım onu kendi sanıyordu. Paranoya devasa bir dalga gibi, önüne düşen herkesi ve her şeyi yakaladı, yuttu, yok etti. Afife Hanım'ın aklını da es geçmedi. 

Afife Hanım yapbozdan kendi yüzünü aldı. Ağzına attı. Çiğnemeye başladı. Yuttu. Sonra bir yüz daha aldı. Aynını ona da yaptı. Sonra tüm yüzleri çiğneyip yuttu. Hepsini. Teker teker. Afife Hanım tüm yapbozu yedi. Delilik Afife Hanım'ı yedi. Afife Hanım tüm yüzleri yedi. Son yüz de boğazından aşağı kesikler bırakarak indiğinde, Afife Hanım’ın yutarak yok edeceği hiçbir şeyi kalmamıştı. Tüm dünyayı yutmuştu. Yuttukça da affetmişti. Yapbozu, kapıyı, yarım açılan pencereyi, komşuları, kesikleri, bıçakları, sırtını. Deliliğine sebep olan ne varsa. Kendi hariç elbette. Oraya daha vardı, belki bir yirmi yedi gün daha.

Masanın başından, yapbozu kapıya kimin bıraktığını artık bilerek kalktı. Yarım açılan pencereyi parmaklarına çiviler takarak pervazla evlendirdi. Tam altı yüzükle. Kafalarına ellerinden yaptığı çekiçlerle vurarak. Sonsuza dek mutlu yaşayacaklarını umdu. Siyah perdeleri çekti ve eski koltuğuna yeniden oturdu.

“Cinayete teşebbüs ne renktir?” dedi biri.

“Bir çeşit mor” dedi öteki.

“Kapı çalıyor.” dedi biri.

“Kadın yürüyemiyor.” dedi öteki.

Afife Hanım akrebi ve yelkovanı yokladı. Afife Hanım gözlerini kapadı.