Aniden gözlerini açtı. Çalan onlarca alarmı duymamış, maraton koşmuş gibi hızla atan kalbinin sesiyle uyanmıştı. Ensesindeki birkaç tutam saçın ıslaklığı ile yataktan doğruldu. Takvime baktı. (Günleri sürekli birbirine karıştırdığı için hep siyah bir kalemle takvimdeki her günü işaretlerdi.) Günlerden pazartesiydi. Dışarıdaki kasvetli havadan anlamalıydı. Yatağından kalktı, sanki sağlığını oldukça düşünen biriymiş gibi radyasyondan etkilenmemek için yatağından biraz uzağına koyduğu telefonuna baktı. Kaçırdığı alarmlar dışında hiçbir bildirim yoktu. Eskiden banka mesajları ve birkaç reklam sitesinin doldurduğu telefon ekranı artık hiçbir şey barındırmıyordu. Telefonu yatağa fırlattıktan sonra her gün yaptığı gibi duşunu aldı, iş kıyafetlerini giydi. Gözü telefonundaydı. Aslında işe geç kalmıştı. Fakat kimse “Neredesin?” yazmamıştı. Ofiste yan masada ara ara kurabiye ikram ettiği arkadaşı, molalarda beraber sigara yakıp acı kahvelerini içtiği önündeki arkadaşı, ona sürekli ofisteki diğer çalışanların özel hayatlarını anlatmayı huy edinmiş çapraz masadaki huysuz arkadaşı, diğer çaprazında yer alan ve ofisin hafta sonu kahvaltılarını organize edip listeye en son onun adını yazdığı sevgili arkadaşı… Hiçbirisinden herhangi bir mesaj yoktu. Kendi kendine “Acaba yok mu oldum? Görünmüyor muyum?” diye konuşmaya başladı ve henüz toplamadığı yatağının köşesine oturdu. Bugün bir deneme yapacaktı. İş yerine gitmeyecek ve birinin ona “Nasılsın, sorun mu var?” demesini bekleyecekti. Mutlaka arayan olurdu. Hiç kimse aramazsa molada iki dal sigara karşılığında ona karanfilli çay yapan masa arkadaşı arardı. Yatağından kalktı ve pencereden bakmaya başladı. Herkes bir koşuşturmaca içindeydi. İş kıyafetlerini giymiş kadınlar ve adamlar caddenin gri renkleriyle yarışır gibi hızla hareket ediyordu. Hafif hafif yağan yağmur dışardan hoş gözükse de insanları acımasızca ıslatıyor ve herkesin hızla hareket etmesine sebep oluyordu. İşe geç kalanların arabaları birbirleriyle yarışıyor ve korna sesleri tüm caddeyi kaplıyordu. Sokaktaki kediler ve köpekler hariç herkes telaşla koşuyordu. Evinin tam karşısındaki butik pastanede insanlar büyük lokmalarla yedikleri yemeklerin ödemesini hızla yapıp koşturmaya devam ediyorlardı. Bu pastanenin yanında geceleri herkesin sabaha kadar oyalandığı mini bar kepenklerini indiriyor, orada çalışanlar mesailerini bitirmenin mutluluğu ve geceden depoladıkları alkolün etkisiyle sağa sola çarparak evlerinin yolunu arıyorlardı. Herkesin elinde telefon vardı. Herkes biriyle konuşuyordu. Kimileri gergin, kimileri üzgün, kimileri ise mutlulukla. “En azından konuştukları biri var.” diye geçirdi içinden. Cuma gününden sonra evde geçirdiği iki gün boyunca kendi sesini unutmuştu. Sadece kendi iç sesiyle kurduğu diyaloglar vardı. Sesini kaybetmiş olmaktan korktu ve sesli bir biçimde “Buradayım!”diyerek dalgınlığını geçirdi. Tüm bunları düşünürken pencerede üç saati geçmişti ama arayan kimse yoktu. Ama doğru, pazartesileri hep çok yoğun geçerdi. Bırakın başka birini fark edip etmemeyi kimse kendinin bile farkına varmazdı. İşini hafta sonu yaptıramayanların aceleciliği ve öfkesi pazartesiye kara bir leke gibi yapışırdı. Patron daha gergin, çalışanlar daha korkulu olurdu. Bu yüzden normal buldu ve beklemeye devam etti. Beklediği esnada her an aranmanın heyecanıyla iş kıyafetlerini çıkartmadı. Mutfağa geçti, hiçbir zaman kıvamını tutturamadığı acı ve orta şekerli kahvesini yaptı, sigarasından bir tane yakıp kahvaltısını yapmaya başladı. Bir kahve daha içti, bir sigara daha yaktı, bir kahve ve bir sigara daha, bir tane daha, bir tane daha… Aradan geçen onca saat boyunca kimse tarafından aranmamıştı. Saate bakmaktan korktuğu için eline telefonu alamadı, küçük oturma odasındaki sarı renkli duvarda asılı duran yamuk saatin akrep ve yelkovanını fark etmemek için o odaya da giremezdi. Yatak odasında telefonuyla beraber çalıp çığlıklarıyla onu uyandırmaya çalışan dijital saatten de kaçtı. Tek çare mutfak balkonuydu. Kendini sadece kendisinin sığabildiği bu yarı kirli balkona attı. Caddenin diğer tarafına bakan mutfak balkonundan dışarıyı izlemeye başladı. Güneş iyiden iyiye yok olmuş, caddedeki ışıklar hafifçe yanmaya başlamıştı. Sabah telaşla caddenin sağ yönüne giden arabalar bu sefer mutlulukla caddenin sol yönüne doğru gidiyordu. Okuldan çıkıp anne babalarına mutlulukla gün içinde yaşadıklarını anlatan çocukların sesleri caddeyi kaplıyor, iş çıkışında arkadaşlarıyla günün yorgunluğunu atmak için kafeleri hınca hınç dolduran insanların şen kahkahaları caddede yayılıyordu. Kornalar artık işe yetişmek için değil kendilerini eve atmak için mutlulukla çalıyordu. Akşam olmuş, işin bitiş saati geçeli çok olmuştu. Ama kimse aramamıştı. Hayal kırıklığı ile dışarıyı izlemeye devam ederken telefonunun sesini duydu. İlkte tanıyamadı. Caddeden gelen seslerden biriyle karıştırdığını zannetti. Ama hayır, bu solgun ses telefonundan geliyordu. Hızlı adımlarla telefonunu açmak için içeriye yöneldi ve arayanın patronu olduğunu gördü. Aramaya yetişememişti. (Bu hayatta neyi yakalayabilmişti ki?) Bu solgun aramanın ardından bir mesaj geldi. “İnternet sitemizde senin pozisyonunun yerine çalışabilecek farklı bir personel aramak için ilan açacağız. Yarın eşyalarını toplamak için gelebilirsin.” Mesajı yutkunarak defalarca kez okudu. Okudu, okudu, okudu. Okurken kıvamını tutturamadığı kahvelerden yaptı, sigaralarını bitirdi, balkonda birkaç kez soluklandı. Kırgınlığı göğsüne cam gibi batıyordu. Neden işten çıkartıldım sorusundan ziyade “Neden bütün gün görmedikleri hâlde insanlar beni merak etmiyor?” sorusunun cevabını arıyordu. Neden merak edilmiyordu? Neden kimse ona nasıl olduğunu sormuyordu. O birkaç gün sulayamadığı bitkilerini, caddede düzenli olarak beslerken her zamankinden sadece birkaç saat geç gelen köpeği, karşıdaki pastaneyi on dakika geç açan kadını, onun yanındaki barda çalışıp sallana sallana eve giden genç adamı merak ederken neden kimse onu merak etmiyordu. En çok da evde özenerek yaptığı kurabiyelerini ikram ettiği arkadaşına ve ona karanfil çayı yapan arkadaşına kırgındı. Tüm akşam bunları düşündü. Eline bilgisayarını alıp oturma odasındaki kumaşı sökülmüş mavi renkli koltuğunun kenarına oturdu. Parmakları birbirine çarpa çarpa kullandığı klavye ile zorlukla yazıyordu. İş yerinin sitesine baktığında kendisinin yerine birinin arandığı ilanı gördü. Yarını bile beklememişlerdi. Bilgisayarın kapağını yavaşça kapatıp kenara koydu. Gözünden akan bir damla yaşı silip iş kıyafetleri ile koltuğa uzandı. (İş kıyafetlerine mutlaka çok özenir, jilet gibi ütülerdi.) Nasıl olsa artık özenmesi gereken bir meşgalesi ve onu fark edebilecek insanlar yoktu. İşini kaybetmenin üzüntüsü, biraz da olsa kullandığı sesinin farkındalığını yitirme korkusu ve koltukta belini rahatsız eden bozuk koltuk yayının rahatsızlığı ile dizlerini kendine sıkı sıkı çekti. “Umarım, umarım sabah bir böceğe dönüşüp insanlarda korku ve telaşla karışık da olsa bir duygu uyandırabilirim.” diyerek acı dolu bir uykuya daldı.