farklılıklarımız bizi ne kadar ayrık gibi gösterse de aslında uçtan uca birleştiren etmenlerdir. bu yüzden insan kendi içinde dahi ayrık ve aykırı gözüken doneleri kendi olmaklığıyla örtüştürdüğü müddetçe kendilik şuuruna ulaşacaktır. bu bağlamda insan olmaklığının ikil düzeneğine hakimiyet kurmak ve üzerine koyutlanmak için birey hem kendini hem de kendi varlığını oluşturan toplumsal hafızayı elinden geldiği süre zarfında kucakladığında ben olacaktır. ve bu tamamiyle bireysel bir istençten kaynaklanmaktadır. ancak bu istencin hegelyan bir tabirle yaklaştığımızda kişiyi bazen kendi oluştururken bazende içsel tözü vermiş olduğu dinamikleri kullanarak açığa çıkar. yani kişi bazen kendi koşullarını kendi var ederken, bazen de koşulların yüklemleriyle kendini gösterir. ikisi de bireyin özel biri olduğunu gösterdiği gibi aynı zamanda normalleşmesini de sağlar. peki bu durum gerçekten de böyle midir? hegel'in de başvurduğu gibi tarihsel hafızadan ilerlersek verdiği örnek üzerinden napolyon'u dönemin koşulları mı şekillenmiştir, yoksa dönemin metafiziksel örgütlenmesi mi? kendi tarihsel hafızamızdan baktığımızdaysa fatih sultan mehmet üzerinden, fatih'i dönemin şartları mı, yoksa dönemin ruhu mu var etmiştir? bu sorlara maddi evren üzerinden cevap verecek olursak ikisini de dönemin koşulları oluşturmuştur. ve oluşmalarını hazırlayan zemin ve zaman hazırlamıştır. metafiziksel örgütleme bağıntısıyla yaklaştığımızdaysa yine ikisininde doğuşuna dönemin ruhsal dinamikleri doğumu gerçekleştirmiştir. napolyon katolik ülkünün verdiği diyagramı dünyaya hüküm kılmak isterken, fatih islami literatürü var etmek istemiştir. ikisi de yaşadığı dönemde bunları ölçütler açısından tam olmasa da gerçekleştirmiştir. kısacası hegelyan tabirin ikil düzeneği tıpkı insanın ikil varlığıyla örtüşmüş bir vaziyettedir. bu bağlamda iki farklı iklimin suyun beslenen bireyler dahi aynı ülkünün peşinden koşabilmektedir. tıpkı farklılıklarımızın farkına vardığımızda insan olmaklığın güneşi altında tıpkı platon’um mağara alegorisinde zincirlerinden kurtulan insanlar gibi geri dönerek anlatımlarda bulunmaları gibi. tabi bu anlatımlar kişiden kişiye farklı olsa dahi. önemli olan her bireyin kendi anlatım ve anlam siferlerini bularak hayattaki görevlerini gerçekleştirdikleri gibi. tıpkı kant'ın ödev bilinci. bu ödev bilinci her canlı formunda farklılık gösterse dahi ana yüklem itibariyle ortak bir pota da eritilerek hayat denen diyagramı ayakta tutmaya çalışır ve çabalar. bu bağıntıdan baktığımızdaysa insan nietzche'nin sürü insanı, özgür insanı ve üst insan tanımlarıyla bizi karşılamaktadır. bu karşılaşmaysa bizi kindi'nin işrak felsefesine kapı aralamaktadır. kindi'nin de felsefesinde bahsettiği gibi her canlı kendi akılsal ve ruhsal kabı kadar ışıktan faydalanır. bu faydalanma sayesinde canlı kendi nefs algoritmasını oluşturur. bu nokta da bizi ibn sina'nın nefs teorisi karşılamaktadır. ibn sina'nın bahsettiği üzere üç türlü nefs teorisi bulunmaktadır. bunlar; birkisel, hayvani ve insani nefstir. bitkisel nefs; arkeik tarafı, hayvani nefs hareket ve zamanı kavramayı, insani nefs ise en üst bir yapıyla bu ikisini kapsayarak düşünceyi ve bunun güdümünde davranışı temsil eder. kısacası insan bu üçlü sac ayağının üçüncüsünde olan bir canlıdır. ve bu sac ayakları aynı ferud'un id-ego-süperego tanımlamasıyla örtüşen kurguya sahiptir. ve bu örtüşme karşımıza maslow'un ihtiyaçlar hiyerarşisinde tezahür etmektedir. kısacası her yeni dediğimiz şey aslında eski dediğimiz şeyin köklerinden filizlenerek yeni bir çiçek açar ve bizler de yeni adlar koyarak onu yeniymiş gibi algılarız. aslında temel nitelik ve nicelik itibariyle aynıdır. sadece daha detaylı ve ayrıntılı bakabilmekte ve farklılıkları keşfederek, bu farklılıklar üzerine yoğunlaşarak dayanak noktalarını oluşturan girift gibi gözüken açıları buluruz. ve buluşlar sayesinde hayatta kalmaya yollar üretiriz. tıpkı modern çağda satre ve camus’nün söylemleri gibi anlamsızlığın anlam olarak kabul edildiği bir çağda yaşıyoruz. ve bu çağda hayatta kalmak için anlamsız gibi gözüken tüm manaları didikleyerek kendimize kök kabul edebileceğimiz temel bir sav arıyoruz. tıpkı einstein'ın dediği gibi “tanrı zar atmaz.” ancak iyi zar tutuyor gibi. çünkü bir yanımızla yaşamdan iğrenirken diğer yanımızla bu keşmekeşliğin güzel yanlarını buluyoruz. mesela tevrat'ta öldürmeyeceksin yazmasına rağmen ölümler doğuruyoruz. ya da incil'de sevgiyi hüküm kılması için sevgisizlikler var ediyoruz. ya da kur'an’da oku emrini anlamak için cahil ve bağnazca eylemleri hayatımızdan elemeye çalışıyoruz. ya da iyi-kötü kavramlarını anlamak için birbirlerine muhtaç olduğunu kavrıyoruz. ütopyalar için distopyaları önceliyoruz. kısacası ayrık ve aykırı gibi durumları birbirlerini daima hayatta tutmaları ve dengede olmaları için bir yanımızla evet derken diğer yanımızla hayır diyerek keskinleştiriyoruz. yani tüm farklılıklarımızı, aynılıklarımızı parmak izi misali bir elde hatta bir bedende birleştiriyoruz.

sonuç olarak aynılık ve farklılık demiş olduğumuz, dediğimiz ve diyeceğimiz tüm şeyler aslında sadece kendiliğimizle alakalıdır. bu yüzden önce varlık olarak daha sonra canlı ve en son insan olarak tüm yargı ve yüklemlerimizi kabul ederek ya da kabul etmeyerek kendimizi kendimiz kuşatmalı ve savaşımızı da barışımızda kendimizle vermeliyiz. yoksa ne ilerlemekten ne de gerilmek gibi yüklemlerden bahsedebiliriz. ilkçağ hatta homohabilus hatta daha arkeik atalarımız gibi avcı-toplayıcı-korkak-cesur eylemlerde bulunmaktan öteye geçemeyiz. tabi bu savda biraz temelinde arkeik atalarımızı barındırmaktadır. çünkü canlı olarak bizi oluşturan tüm done ve dominlerin özelliklerini barındırdığımız gibi onları türevlendirerek yaşıyoruz. kısacası yaşamaya devam etmek için ayak uyduruyor yani dans ediyoruz. tıpkı “dans eteyen kılıç verilmez.” sözü üzerinden yaşamaya çalışıyoruz. son olarak kendi dansımızı kendimiz var ettiğimizde kendi kılıcımızı kendimiz kuşanacağız. ve kendiliğimizle savaşarakta barışarakta hayatta kalmaya devam ettiğimiz gibi hayatta da tutacağız.