Uzun ince bir yol üstünde giderken duyulan nal sesleri, eski faytonun gıcırtılarıydı. Faytonun arka kısmı kapalı, gayet ince işçilikle yapılmış süslemelerle dolu yürüyen bir oda gibiydi. Pencereleri gül pembesi perdeli, faytonun kendisi de siyahtı. Aralara diğer renklerden birkaç parça atılsa da bu karavanın genel havasını açmıyordu. İki tane beygir çekiyordu bu faytonu. Soldaki zayıfça, yaşça da oldukça büyüktü diğerine göre. Rengi boz rengiydi, kaburgalarını her insan sayabilirdi. Beyaz yeleleri o kadar uzamış ki neredeyse gözlerini kapatıyordu. Diğer at siyah, daha yeni yetişmişti. Faytoncular da genelde genç atları daha çok beslerdi. Yaşlanmış atlara pek önem verilmez, göz ardı edilirdi ki yerine genç atlar yetişebilsin. On dakikada bir düzenli şekilde vurulan kamçının sesi, hiç şaşmıyor ve aynı zamanda tekrar gürlüyordu. Arkaya bu ses gitmiyor veya çok azalmış biçimde ulaşıyordu. Arkadaki kişi mesleğinde yeni olmamasına rağmen her çağrıldığı köye yalnız kendisini değil, peşinde kocaman heyecanını ve tereddütlerini de sürüklüyordu. Yakınlardaki bir köy olan Güllük Köyü'nde bir hasta için en yakın doktora başvurulmuş ve çağırttırılmıştı. O da başkentten şimdi yaşadığı kasabaya kadar getirdiği faytonunu, yakınlardaki köylere ulaşmak için kullanıyordu. Doktor, elindeki çantayı iyice kontrol edip bir eksiği olmadığını sonunda anladıktan sonra karşı koltuğa uzanıp malzemelerini bıraktı. Faytoncu, hesapları doğrultusunda on dakikanın dolduğunu bilip elini tam kaldırdı kaldırmasına ama Doktor, faytoncunun arkasındaki tahtaya elinin tersiyle vurarak seslendi.
-Ne kadar kaldı yolumuz, epeydir gidiyoruz.
Yol boyunca sızlanmasından rahatsızdı zaten faytoncu.
-Az kaldı efendim, siz biraz daha uyumaya çalışınız.
Doktor perdeyi araladı ve dışarıya baktı. Bahçelerden yola sarkmış çalılara dikkat kesildi uzun süre. Başını kaldırıp yukarı baktığında da sık ve yüksek ağaçların tepelerini kapattığını gördü yol boyunca. Daha sonra önüne dönerek yüksek sesle,
-Akşamdan evvel varırsak iyi olur. Adamın çok hasta olduğu bilgisini aldım. Bir de gittiğimizde ölü bulursak çok üzülürüm buna.
Sesini alçaltarak devam etti.
-Bir daha çağırmazlar beni civar köylerden.
Ömer, elindeki kayışı hafifçe çekip arkasına bir bakış attı. Gözlerini kapatıp kafasını salladıktan sonra ağzı, dalga geçermiş gibi bir hal aldı. Gözünü aralayıp elinde tuttuğu kamçıyı savurdu yük beygirine. Bu sefer daha sert kamçılamıştı atını. Her zaman sırayla vurmasına rağmen, iki kere üst üste vurmuştu soldaki ata. Yaşlı at, genç arkadaşına da hızlanmasını söyler gibi atıldı. Öfke, insanoğluna yaramıyor olsa gerek, kaşlarını çattı, atların kayışını daha sağlam tutuyordu. Bu yeni faytoncu, babasından devralmıştı işini. Babası veremden ölünce, onun tavrını takınmış ve hemen işe başlamıştı. Kendisi daha uzun yola çıkmadığındandır, tahammülsüz, hemen köpüren bir gençti henüz. Bilahare, el ile imal edilmiş, toprağa çakılı Güllü Köyü tabelası, faytondan görüldü. Atlar da rahatlamışa benziyordu. Köy içlerinde hızlı gidilmediğinden, atlara da kamçı vurulmazdı. 6-7 haneli bu köy, birkaç aileden oluşuyordu. Bu kadar az haneye rağmen köy cıvıl cıvıldı. Öyle ki çocuklar, faytonun önüne atlıyorlar, atlarla oyun oynuyorlardı. Genç sürücü de elindeki kamçıyı kaldırıp çocuklara küfürler savuruyor, önünü açmaya çalışıyordu. Çocuklardan birisi, atın önüne aniden atlayınca bağırdı.
-Lan velet!
Faytoncu hızlıca kalktı, ayaklarını önündeki tahtaya dayayıp atların kayışını çekti. Şahlanan genç beygir, diğerinin dengesini bozsa da durabildiler. Çocuk ellerini yüzüne götürüp alay edince Ömer, elindeki kamçıyı çocuğa doğru savurdu. Minik, kıvrak bir hareketle hamleden kaçınıp koşmaya başladı. Bilumum küfürler savurduktan sonra, eski yerine dönüp kayışı salladı ve sürmeye devam etti. Doktor epey rahatsız olmuş olacak ki kafasını camdan çıkarıp:
-Faytoncu! Yol boyunca küfürler savuruyorsun. Bu konuda epeyce aşırıya kaçtın ki vereceğim parayı düşüreceğim devam edeceksen.
-Üzgünüm efen… (bunu derken fayton tökezler) şu yolun halini bir görseniz, ah bir görseniz!
Çantasından çıkardığı belli belirsiz kâğıt parçalarını camdan savurup:
-Onu bunu anlamam, verdiğim paradan azami hizmet beklerim.
Ömer, kısık sesle:
-Verdiği paradan azami hizmet beklermiş, baytar…
At nallarının sesi kesildi ve Ömer’in sesi duyulunca, doktor arabadan inmek için kapısını açtı, önce sol ayağını sert bir şekilde toprağa vurdu. Arabanın içini iyice kontrol ettikten sonra, arabadan indi ve kapısını sertçe çekti. Daha sonra Ömer’in yanına geldi, 2 gümüş mecidiye uzatıp:
-Hizmetlerin için müteşekkirim. Bu gece burada, ailenin evinde kalacağım, sen faytonumu evime bırakırsın, hadi eyvallah.
-Eyvallah, (yutkunur) dikkat edin beyim!
Doktorun köyün tepesine doğru tırmanıp evlerin arasında kaybolduğunu görünce kasabanın yolunu tuttu. Yolun üzerinde faytona binmek isteyenleri görmezden gelip kasabaya vardı. Ömer’in bir evi veya toprağı olmadığından kazandığı parayla hanlarda uyur, yer içer ve bir sonraki işe kadar idare ederdi. Bu sefer aldığı ücret biraz da dolgun olduğundan yüzü gülüyordu. Babasından alışmış olacak ki işlerini bitirdiğinde evi gibi gördüğü yere gelir, iş gelene kadar oradakilerle laflardı.
2
Hana vardığında akşam saatleriydi. Köşede ocak yanıyor, etrafın soğuk havasını yakıcı ateşiyle süpürüyordu. Ateşi harlayan orta yaşlı kadın Ömer ile göz göze geldi, başıyla selamladıktan sonra işine devam etti. Hanın üç sahibinden birisi olan Ayşe Hanım, Ömer ile yeni tanışmasına rağmen onunla çabucak kaynaşmıştı, arkadaştılar. Yerde bir yorganın üzerine uzanan yaşlı bir adam, genç yaşta başladığı tütün meretindendir, boğazlarından çıkan hırıltı sesleri odadaki sohbetleri bölen cinstendi. Duvarlara halılar asılmış, böylelikle mekân çokça samimi olmuştu. O gece pek kalabalık olmayacak gibiydi, birkaç asker köşede bir masa kapmış içiyorlar, birkaç köylü müsveddesi aralarında ateşli tartışmalar yapıyordu. Öyle olacak ki taş ocağın yanındaki kadın sık sık bağırarak onları uyarıyor, o da olmasa yaşlı adamın ardı arkası kesilmez öksürükleri tartışmayı bölüyordu. Üst kata çıkan ahşap merdivenler, odalara ayrılmış geniş bir koridora çıkıyor, her odada ikişer yatak olmak üzere 4-5 oda bulunuyordu.
Han sahibesi kadından bir kadeh mey istedikten sonra yaşlı adamın başucundan dolanıp divana yerleşti.
Sırtı kapıya dönük köylü, yumruğunu masaya vurarak:
-Talat Ağa da nasıl iş yapıyor öyle. Bugüne kadar yaptığı şeyleri göz ardı etsek de bu son şeye akıl sır erdiremiyorum doğrusu!
-Sessiz ol Memo, yalnız değiliz burada.
Sesini alçaltarak devam etti.
-O kafir karıyı tutup getirmez mi köye, bak şimdi veriyor Allah cezasını.
Üç askerden birisi kadehini masaya sertçe vurup:
-Sesinizi kesin marabalar! Dilinizi kestirmeyin bana. İmansızların sesine bak hele, derdimiz başımızdan aşkın. Bir işe yaramayan cılız sesinizle çileden çıkarmayın.
Köylüler aralarında sessizce fısıldaştıktan sonra masaya ceplerinden çıkan tüm parayı bırakıp askerleri selamlayıp hanı terk ettiler.
Tüm mülkü titreten bir öksürüğün ardından yerdeki yaşlı adam, doğrulup kadını çağırmaya kalksa da bunu başaramayıp yıkılıverdi tekrar yere. Uzun ve ağır öksürüklerine devam etti. Ömer, adamın su istediğini anlamış olacak ki ahşap tablanın üstündeki dolu testiye uzanıp yaşlı adama verdi. Adam, suyu kana kana içti, kirli sakalını sildi ve göz teması kurmadan başıyla teşekkür etti ve bedenini tekrar bıraktı yere.
-İşler nasıl gidiyor yavrum, alışabildin mi?
Sedirden doğrulup dikkat kesilen Ömer:
-Henüz diğer faytoncularla tanışmadım, babamın arkadaşı oldukları için çekincelerim var biraz.
-Çekineceğin bir şey yok evladım, o meslek senin müstahakkın. Hem kime ne sana kalan mirastan. Ekmeğine bak sen, arkadaş bulamazsan da yalnız devam edersin.
-Olmaz öyle Fadime Abla. Eğer onlarla düşman olursam her işimi sabote etmekten başka bir şey yapmayacaklar. Sonuçta para dostluklardan da kıymetli ve güçlüdür onlar için.
-Orası öyle vallahi.
Derin bir iç çeker ve:
-Yukarıda boş odalar var, birinde kalabilirsin.
-Minnettarım, biraz daha demlenip çıkarım.
Yerde yatan hasta adam dışında kimse kalmayınca ağır ağır merdivenleri çıktı ve boş bulduğu bir odaya geçti. Kafasında onlarca soru ve sorunla uyumaya çalışıp güç de olsa uyuyuverdi. Kuşluk vakti ölüm sessizliği olan han koridorlarından usulca kapıya vardı. Karnını doyurmadan çıkmaya hazırlanırken yaşlı adamın o derin sessizliği acı bir böğürtü ile bozduğunu duydu. Adam öyle bir ağlıyor ki vicdanları sızlatan, eli ayağı titreten biçimde. Yanına gitmeyi bile düşünmeden hazırlığını hızlandırıp dışarı çıktı. Atını bıraktığı hanın arka bahçesine yöneldi. Hanın köşe kirişinin oradan dönerken birden durdu, geri geri adımladı ve sinsice ileriyi gözledi. Babasının meslek arkadaşları Rüstem, Muzaffer, Mahmut ve birkaç daha faytoncuya gözü takıldı. Aceleci bir tavırları vardı. Ömer üzerindeki siyah yeleği düzeltti, geceden yadigâr şalvarına dökülmüş mey lekesini görünce canı sıkıldı. Elini ağzına götürüp baş parmağını diliyle ıslattı ve lekeyi silmeye çalıştı. Yine dikkat kesilip köşeden baktığında, birisinin elindeki hançer benzeri bir silahı, herhangi bir evin çatısına fırlattığını gördü. Adamlar korkuluklardan atlayıp koşar adım uzaklaşmıştı. Köşeden çekilip sırtını duvara dayadı ve düşündü. Soluklandıktan sonra usulca kıyıdan mülkün arkasına vardı. Yerde yatan 2 ölü at, olayları açıklar nitelikteydi. Kasabanın eşrafları, bu yeni yetme faytoncu bozuntusunun işlerini sabote etme girişiminde bulunmuşlardı. Var olan piyasayı tekelleştirme çabaları, insanların nasıl aç gözlü olduklarını bir kez daha gözler önüne sermişti. Atlarının başında biraz dikildikten sonra kendisine yedirememiş olacak ki duvarı yumruklamaya başladı. Daha sonra yumrukladığı duvara yaslanıp suratını kapattı elleriyle ve yavaş yavaş yere çöktü. "Neden bu nefret, bu kin, bu aşağılık olaylar? Babamın hiç mi hatırı yoktu sizde?" Başını kaldırıp yaşlı atını gördü. Ağzına siyah bir kuşak bağlanmış, gözleri açıktı. Aldığı derin yaralardan kanının içinde öylece kalakalmış pek uzun can çekişmemişti. Kafasını azıcık daha kaldırıp yanındaki atına baktı. Onun da kafasına çuval geçirilmiş, boğazında derin kesikler görünüyordu. Tekrar yüzünü ellerinin arasına aldı ve öylece durmaya devam etti.
Sayesinde ekmek yediği, baba mirası faytonculuk, bir anda elinden alınmıştı. Onu çaresiz bırakan asıl şey, olayı yapanları bilmesiydi. Onlarla konuşmaya gitmek en mantıklısı olacaktı ki handa durumu Ayşe Hanım’a anlattıktan sonra kahvehaneye gitmeye karar verdi.
-Bunları gerçekten o şerefsizler mi yaptı? Doğru gördüğünden emin misin çocuğum?
-Tabi ya! Bir de gözlerim mi ihanet edecekti bana. Düz ovadaki keklik gibi sırıtıyordu yüzleri. Babamı kahrından öldürdükleri yetmedi, sıra bana geldi.
-Onları herkes bilir ya! Yüzlerimize güler, daha sonra arkamızdan iş çevirirler.
Kapıyı sertçe açtı, ardından yavaşça kapattı ve kahvehanenin yolunu tuttu. Yolda gördüğü türlü yüzlerden sakındı, verilen selamları almadı. Düşünceli bir şekilde yolunu tamamlamaya koyuldu. Kahvehaneye varınca camlardan birine yakınlaşıp içeriyi gözledi. Epey boş olan salon, yanında bir de büyük mağaza vardı. Mağaza ağzına kadar erzak dolu olsa da onları tüketecek müşteri bulmakta zorluk çekiyor gibiydi. Salonda 4 kişilik bir oyun masası kurulmuş, eller masaya vuruyor, çubukların dumanları camları buğulamıştı bile. Özgüvenini topladıktan sonra kapıyı sertçe araladı ve adamların masasına yöneldi. Rüstem elindeki oyun kartını yere vuracakken göz ucuyla kapıya doğru baktı, karşısında Ömer’i görünce büsbütün kafasını ona çevirdi. Yaş ortalaması 50’ye yakın olan masa karşılarında genç faytoncuyu görünce pek de şaşırmışa benzemediler.
-Hoş geldin yeğenim, otur sana bir kadeh ısmarlayayım.
-İçkinizi içmeye gelmedim, ne sebeple burada olduğumu biliyorsunuz.
-Hâl hatır sormaya geldin herhalde, aynı işi yapıyoruz sonuçta.
Masadakilerden gülüşme sesleri yükseldi. Ömer bakışlarını masaya doğru çevirdi. Ortadaki büyük içki şişesine gözü ilişti. Tekrar Rüstem’e dönüp:
-Benden aldığınız şeyleri geri ödemenizi bekliyorum.
Masadan bir kahkaha daha yükseldi. Hancı göz ve el işaretleriyle Ömer’i savuşturmaya çalıştı. Bu kayıtsız adamlara karşılık her şeyini yitiren genç, bir anda parlayan öfkesiyle masadaki şişeyi kapıp Rüstem’in başına indirdi. Tek hamleyle masaya yığılan adamın ardından masadaki bağrışmalar dışarıdan bile duyulacak şiddetteydi. Elinde kalan kırık şişeyi de birine sapladıktan sonra Mahmut üstüne atladı ve adamın kollarını sıkıca tuttu. Bir kafa darbesiyle üstünden attıktan sonra çıkışa doğru koşmaya başladı. Kapıya vardı varacakken duyduğu bir silah sesinin ardından yere yığıldı. Sırtında hissettiği müthiş yanma hissi, onu hemencecik bitkin bir hayvana çevirmişti. Yaralı bir domuz gibi bağırıyor, bağırıyor ve bağırıyor. Ellerini kullanarak sürünmeye çalışsa da duyduğu ikinci kurşun sesi, onun duyacağı son ses olmuştu.