Gökyüzünün rengi su yeşili. Sonbaharda olmanın tatsız heycanı var üzerimizde. Ağacın teki yanındaki ağaca selametle diyerek döküyor yapraklarını. Göğün karnı o kadar ağrıyor ki rahatlamak için su bırakmaya başlıyor yeryüzüne. Rüzgar Tony Montana çetesi gibi çok sert esiyor. Güneye uçan kuşlar izleniyor, itinayla. Ferhan Şensoy okurken Elias Rahbani dinleniyor, iptilayla. Sigaranın hası hala camel soft. Biranın hası hala kırmızı tuborg…


Merhaba ben Fazıl Songül. 12 Eylül 1980 doğumluyum. 19 yaşındayım. Fanatik bir beşiktaşlıyım. Başak burcuyum. Bu sene ilk defa oy kullandım. Ne sağcıyım ne solcu, liberallere bastım ilk oyumu. Hiç düşünmeden sürdürüyorum yolumu. Aklım bir karış havada. ‘Son arzum’ çalıyor Nilüfer, beynimin herkese kapalı odasında. Aşık oldum. Bu dert değil. Koca Orhan Veli’nin on dokuzunda başlıyor avarelik yılları. Ben aşık olmuşum çok mu, daha on dokuzumda? Fakat benim bir hedefim var. 1 Ocak 2000’den önce yani tam bugün, 31 aralık 1999’da aşkımı ilan edip milenyumu sevgilimle karşılayacağım. İşte tam olarak derdimin de karın ağrımın da sebebi bu. Yürüyorum o kızın yanına, söğütlüden boğaya doğru.


Saate bakıyorum, 17:35. Gün battı batacak. Kızın yanına geliyorum. Gün batsa ne olur güneş duruyor ya burda diyorum. Biraz kem küm ediyorum. Bolca ofluyorum. Az biraz kızarıyorum. Sigara üstüne sigara yakıyorum. Sonunda yağmur öncesi gökyüzü gibi patlıyorum. Bir süre sonra o kızla, onu gördüğüm ilk an dünyadaki tüm güzellik yarışmalarının gereksiz olduğunu düşündüğüm ilk aşkımla, aramızda şöyle bir konuşma geçiyor:

-Seviyorum kızım işte seni anlasana!

-Ben de seni seviyorum ama bir arkadaş, bir kardeş olarak…

-Ne arkadaşı, ne kardeşi kızım, arkadaş dediğin bugün var yarın yok, kardeş dediğin aynı ananın şeyinden çıkma. Nerden buluyorsun bu saçma sapan cümleleri. Kim sokuyor bunları aklına anlamıyorum ki! Ayrıca daha iki kere oturmuş olabiliriz. Sen niye engelliyosun ki bin yüz yirmi iki kere oturmamızı?


Kızın gözleri ışıl ışıl parlıyor fakat aynı ölçüde ışıksız ve keskin bir biçimde ‘’oofff senle uğraşamam zaten laftan da anlamıyorsun, bir süre görüşmeyelim’’ diyor ve çekip gidiyor tırıs tırıs. Arkasından bakakalıyorum, herhangi bir Zeki Demirkubuz filmindeki herhangi bir adam gibi. O ara düşünüyorum, Zeki Demirkubuz bu filmleri niye yapıyor? Hadi zevkine geldi yaptı diyelim, peki neden hala para kazanamıyor? Böyle kader mi olur diyerek “kader” diye ödüllü bir film de yapar bu diyorum. Peki ya bu kadınlar, neden hakkaten bazen çok salak olabiliyorlar? diyorum içimden, cahil bir firavun edasıyla. Ne Demirkubuz’un kaderini anlayabiliyorum, ne kadınların bazenki hallerini. Kendime yediremeğim bir durumla daha içim şişe şişe yürüyorum boğadan rıhtıma. Hava güzelmiş umrumda değil. Martı uçuyormuş, bana ne? Bu kız niye reddediyor lan beni diye aralıksız soruyorum Shakespeare’e. Beklemek cehhennemdir ben bekledim, sen de bekle diyor. Ben bekleyeyim beklemesine de zaman geçiyor, kuşlar uçuyor, atlar son düzlüğe giriyor ve kış geliyor romatizmam azdı bu nasıl olacak Bay Shakespeare! Ayrıca ne geliyorsa başıma şu senin salak sözlerin yüzünden geliyor diyorum. Koca bir öf çekiyorum içimden, Zeki Demirkubuz gibi ‘siktir et’ diyorum dışımdan.


O sırada kaytan bıyıklı ve hem kilolu hem de tahminen 7.75 gözlüklü bir de üstüne kareli gömlekli abi yanıma yanaşıyor.

-Bana mı dedin?

-Nasıl?

-Şuraya ben tükürdüm. Siktir et dedin ya bana mı dedin?

Şuraya bakıyorum, adama bakıyorum, şuraya tekrar bakıyorum, balgamı kesiyorum, adama tekrar bakıyorum, kız aklıma geliyor, adamın yüzündeki sivilcelere bakarken kızı düşünüyorum, yaşım da genç bu kızı beklemek lazım ayrıca koca Shakespeare haklıdır herhalde zaten ilerde çok pişman olacak bu kız, insan pişman olacağı bir şeyi yapar mı salak ya bı kız diyorum, adamın kollarının genişliğini dünya gözüyle görünce de gülümsüyorum. Civciv gibi ötmeye başlıyorum.

-Yok ya abi ben memleket meselesine kafayı takmıştım son birkaç gündür, hem balgama baktım o kadar da büyük değil, sen söylemesen fark etmezdim bile.

Abi savaşmadan zafer kazanan siyasi parti lideri gibi sırıtıyor.

-Ben de bana dedin sandım koçum, hastayım da son birkaç gündür. Arada çıkıyor böyle işte.

Az önce Zürafa Sokaktan çıkmış bir asker gibi rahatlıyorum.

-Geçmiş olsun abi, bir şey olmaz doğa temizler önümüzdeki birkaç gün.

-Bak sen de memleket meselesine bu kadar çok takma kafayı, bunların hepsi aynı siktir et memur ol düzenli gelirin olsun, kafan rahat etsin, bak ben 25 yıldır memurum babam da memurdu, onun babası da memurdu, şimdi benim oğlan da memurluğa hazırlanıyor. Sen de hazırlan.

-Peki abi, iyi günler benim vapur kalkıyor diyorum, koşarak uzaklaşıyorum.


İlk gördüğüm vapura atlıyorum. Zaten kızdan ret yemişiz bide üstüne en az 50 yıllık hikaye dinlemeye niyetim yok. Niyetim olursa da gönlüm olmaz zaten. Hayatı gelişine yaşayanım ben. Sorumsuzum, asiyim. Vole kovalayanım. Hatta çok zorlarsanız Teoman’ın müzik bırakma sebebiyim. İsmim Fazıl Songül, dünyadaki en sarkastik son gülüm. Afilli cümle bilmem, beylik laf etmem. Beğenmediğim bir ortamdan da arkama bakmadan kaçarım.


Vapur Karaköy’e  doğru süzülürken güverteye çıkıyorum. Hızın ivmesel boyutunda süzülüyor gözlerim. Martıların simit yiyişini imrenerek izliyorum. Uzaklara dalıyorum. Güzelim İstanbul’un gökdelenlerine ilişiyor gözlerim. Arzu’yu düşünüyorum. Gözlerinin içinde kaybolurken gökdelenden intihar etmeye meyilli o adam olma ihtimaline meyil ediyorum. Gökdelenler ve gözleri arasında dialektik bir ilişki kuruyor beynim. Arzu’ya şiddetli bir arzu duyuyorum. Zaten duymamak elde değil. Bana her gülümsediğinde bir piyango bileti olup kendi kendime çıktığım bir kadını istemekten daha doğal bir şey daha bilmiyorum.

Durgun denizin maviliğine o kadar dalmışım ki kelimeler bır nehrin saf, durgun ve durdurulamaz akışı gibi çıkıveriyor ağzımdan, belki bir bütün olarak belki de bir çeyrekliğe göz kırparak:

‘’İyiyi herkes sever önemli olan keşfedilmeyeni keşfetmek.’’

Yanımdaki orta yaşlı kadın bana doğru eğilip gözlüklerini gözlerinin ta içine iterek bana bakıyor. Kendimi geri çekiyorum. 


‘’İsterseniz yer değiştirelim, manzara bana pek iyi gelmez zaten.’’


‘’Yok.’’ diyor kadın, ne güzel dediniz az önce. ‘’Umut oldu bu cümle bana teşekkür ederim.’’

‘’Pardon hangi cümle?’’

‘’İyiyi herkes sever önemli olan keşfedilmeyeni keşfetmek dediniz ya az önce. Onu diyorum.’’

 

Kadına bakıyorum, bu cümle benim değil. O kızın cümlesi, babam küçükken çok dostoyevski okuttuğu için ve dostoyevski bir kumar bağımlısı olduğundan ve fena halde kumar borcu olduğundan ve gazete tefrikalarında yazdığı cümleler çok fazla betimleyici olduğundan ezberim kuvvetlidir ve o kız bir şey söyleyince hemen aklımda kalıyor. Hayat işte. Kimi ezbere bilmek isteyeceğiniz belli olmuyor bazen demek istiyorum. Fakat düşüncelerim cümle cümle olup ağzımdan çıkmak yerine kürtaj olup ölüyor. Bir bok diyemiyorum. ‘’Rica ederim.’’ diyorum kadının Cemil Meriç gözlüklerine bakarken. Vapur Karaköy’e yanaşıyor. İniyorum. Bir sigara yakıp yürümeye devam ediyorum.


Aklımda kızın bazlama suratı, alnımda İstanbul’un teri yürüyorum adım adım istikamet istiklal caddesi. Neden bu kadar seviyorum bu kızı bir türlü anlamıyorum. Bu konuda bana yardım edecek kimseyi bulamıyorum. Belki de var birileri fakat konuyu anlamazlar diye cahilce bir özgüven içindeyim. Kendimi üstünkörü sorguladığım yerde bir balıkçıyla tanışıyorum. Bana bakıyor balıkçı. Bakışlarında bir bilgeyi andıran o acayipliği seziyorum. Öyle gizemli bir ruh hali içinde ve öylesine esrarengiz bakıyor ki sanki bir laf edecek ve o an tüm dünyam değişecek ve hayatım bambaşka bir yola sapacak gibi bir ruh haline bürünüyorum.


‘’Sen sigara içiyor musun çocuk’’ diyor balıkçı.


Bir adet camel soft uzatıyorum. Sigarayı yakıyor. Kovasındaki biralardan birini açıyor. Elime veriştiriyor balıkçı. Bir de kendine açıyor. Tokuşturuyoruz, biraları.  Sahra çölündeymişim gibi kana kana içiyorum. Rahatladığımı hissediyorum. Bir süre hiç konuşmuyoruz. Denizin maviliğinde kaybolmuş iki adam gibiyiz. O ben de gençliğini görüyor ben onda ihtiyarlığımı belki de bunu bilemiyorum. Bilemeyişimi ve sessizliği bozuyor ağzından çıkardığı cümleyle balıkçı:


“Deniz çiğ insanı bozar çocuk. Yapamaz çiğ insan denizde. Sen daha gençsin. Çiğ de olabilirsin. Ama bir gün kendini hiçbir yere ait hissetmezsen bir çiğ insan gibi gel buraya, bir sandalye kap altına. İzle denizi. O sana doğru rotayı gösterir. Bu sözler da sana yeni yıl hediyem olsun.” diyor kıvırcık saçlı, kalın bıyıklı, gözlerinin altı torbalaşmış balıkçı.


“Mutlu seneler.” diyorum yürümeye devam ediyorum. Saate bakıyorum. 19.43…

Çok isabetsiz bir yürüyüşün tam sırası diye düşünüyorum. Fin hamamına gitmek için can atan puştlar gibiyim. Canım çok sıkılıyor, koşmaya başlıyorum. Nefessiz kalana kadar koşuyorum. Galata Kulesi’ne varmak üzereyken görüyorum Zürafa Sokağı’nı. Bir sokak ismi için iddaalı bir isim diye düşünüyorum. Sokağın girişinde elinde bir gül buketiyle dolaşan takım elbiseli yaşlı dayıları, ortadaki devasa kapıdan gülerek çıkan ve her çıkanın kemerini sıktığı görece genç erkekleri görünce hiç düşünmeden içeri dalıyorum.


Kapıdaki polis kimliğimi soruyor. Uzatıyorum. Önce kimliğe sonra bana bakıyor. Geç gibi bir el işareti yapıyor bıkkın bir şekilde. Tüm yapraklarını dökmek üzere olan bir sonbahar ağacı gibi savruluyorum içeriye. 


Biraz gezdikten sonra bir kadın elimden tutuyor. İtaatkar bir köle gibiyim. İtaat ediyorum efendime. İkinci kata çıkıyoruz, sola dönüyoruz, uygun adım marş eşliğinde 104 numaralı odaya geçiyoruz. Kadın soymaya başlıyor üstümü biraz sonra ayağımda çoraplar altımda siyah donumla kalakalıyorum. Hadi diyor kadın donu da mı ben çıkartayım? 

Dur diyorum. 

“Donla bir işimiz yok.Sadece konuşmak istiyorum.”

“Aletin pek konuşmanı istemiyor gibi.”

diyor kadın, gözünün önündekine bakarken. 

“Aşk acısının tek çözümü seks olamaz o da zamanla anlayacaktır.” diyorum kendiliğimden.

“Aşkını söndürürüm senin ben bebeğim” diyor kadın aniden.  

Aklıma geliyor Arzu’nun bazlama suratı. Aşk mı sekse muhtaç seks mi aşka aç sorusunu çözmeye çalışıyoruz felsefi felsefi. Kadın etkileniyor bu durumdan ve başlıyor anlatmaya hayat hikayesini…

Hikayeyi dinliyorum. Dinledikçe ürperiyorum. Arada nefesleniyorum. Pozisyon değiştirdikçe rahatlıyorum. Rahatladıkça geriliyorum. Gerildikçe daha çok elektriklenip kıvımcılsal dürtüler gösteriyorum. Üstümü giyiniyorum. Arkama bakmadan çıkıyorum. 

Bir sigara yakıyorum. Istiklal’e doğru yürüyorum. Her tarafta konfetiler, noel ağaçları, noel şapkalı el ele tutuşmuş sevgililer, milenyuma doğru yazılı pankartlar görüyorum. Ortamın rengarenkliğinden başım dönüyor. Aklıma kadının anlattıkları geliyor. Mardin’den kaçarak gelmiş. Yaşlı bir adamla evlendirmek istemişler. 1000 dolarda fiyat biçmişler. O da düğün gecesi kaçmış. Şimdi günlük 1000 dolar kazanıyormuş daha iyi olmuş. Aşk acısı da neymiş? Ben Mardin’de bir kadın olarak doğsaymışım. Aşk maşk basit bir hikaye olarak kalırmış. Haklıydı. Hem de fazlasıyla. Milenyumun getirdiği heyecan hüzne bıraktı yerini bir anda. 


Saate bakıyorum. Saat 23.55. İki elimi de iki cebime sokup ceplerimi karıştırıyorum. Bir on lira çıkıyor cebimden. Karaköy börekçesine girip patatesli pide söylüyorum. Pidemi yerken havai fişekler havada uçuşmaya başlıyor. Etrafıma bakıyorum. İnsanlar geriye doğru saymanın telaşında. Koşuşturmalar daha hızlı devam ediyor. Herkes yeni yıla yetişemenin korkusu içinde. İşte o panik değil mi zaten yaşama tutunma enerjimiz diye düşünüyorum. Arzu’yu düşünüyorum, kendimi düşünüyorum, balıkçıyı düşünüyorum, zürafa sokaktaki o kadını düşünüyorum. Hayatın ta kendisini düşünüyorum. Ve beklentilerimizi. Belki de hayat dediğimiz de tam olarak bugün gibidir. Belki de hayat her yıl sonunda arzuların küçüldüğü, şaşkınlıkların yerimi alışkanlıklara bıraktığı insanın büyüdükçe ve yürüdükçe daha çok küçüldüğü bir yoldur. Ve hayatta öğrenebileceğin en bilge söz bir balıkçının dediği gibi;

“hassiktir diyebilmeli insan üstündeki bütün eşyaları çıkartana dek.” 

Merhaba ben Fazıl Songül. Dünyadaki son gül tanesiyim. Bir askeri darbenin ürünüyüm. Başak burcuyum. Herkese milenyuma girerken daha tatlı bir gelecek daha kahkahalı bir yıl ve hatta ben görür müyüm bilemem ama 2024 te bile gülüşünden öpüldüğünüz bir yıl diliyorum.