““Kelimeler, albayım, bazı anlamlara gelmiyor. Kelimeler, albayım, hangi anlama geliyor?” “Efendim?” “KELİMELER! Albayım. Hangi anlamda kullanıyoruz onları?””
Tehlikeli Oyunlar / Oğuz ATAY
Olmuyor, yapamıyorum. Tek kelime anlamıyorum okuduklarımdan. Kulakları sağır eden korna seslerinin, gözleri kör eden cafcaflı led ışıklarının insanı hapsettiği bu kasvetli dünyadan kaçıp yüz binlerce kelimenin hüküm sürdüğü, hiçbir insanın ölüm kokan kirli ellerinin değemediği o dünyaya sığınamıyorum bir türlü.
Hâlbuki ne çok isterdim şimdi o dünyada olmayı, ormanlarında kaybolup denizlerinde yüzmeyi, geniş düzlüklerinde kendime ait küçücük bir kulübede uzun yıllar geçirmeyi ve saçlarım ağarmaya, gözlerim görmemeye ve bazı şeyleri de unutmaya başlayınca ölümle kucaklaşmayı. Ne çok isterdim. Hem tek başıma da olmazdım o dünyada. Yollarını bulmak için yerlere meyve çekirdekleri atan çocuklar olurdu mesela orada ve bu çocuklar yerlere çekirdek atabilmek için sürekli meyve yemekten her geçen gün biraz daha şişmanlarlardı ya da yedi kocaman devle birlikte yaşayan, güzelliği dillere destan bir kraliçe olurlardı. Güzelliğini kıskanan üvey kızından kaçıp devlere sığınan ve kendisini üvey kızından koruyan bu devlere işlerinde yardım etmeye çalışan ancak boyları minare kadar olan devlerin en az kendileri kadar büyük olan işlerini yapmaya gücü yetmeyen, gücü yetmemesine rağmen de canla başla çabalayan iyi kalpli bir kraliçe olurdu bu kraliçe.
Kelimeler olurdu sonra bu dünyada. Tatlı tatlı mırıldanan, her cümlede farklı kılıklara giren yaramaz kelimeler olurdu ve ben onları tanımaya çalışırdım o farklı farklı kılıklarının içinde. Bana yol gösterirdi bu kelimeler ve bir gecekonduya götürürlerdi beni. Karanlık, sisli, ufacık bir gecekondu olurdu bu gecekondu ve burada bazı anlamlara gelmezdi kelimeler. Ne çok isterdim böyle olmasını ve kelimelerin içinde yaşamayı ama olmuyor işte. Yapamıyorum.
Ben baktıkça sayfalara iç içe geçiyor tüm kelimeler, kargacık burgacık anlamsız şekillere bürünüyorlar önce, sonra da kelime olmaktan çıkıp ete kemiğe bürünüyorlar ve kendi âlemlerine kaçışıyorlar. Bomboş kalıyor koca sayfa ve bir çift göz beliriyor kelimelerle dolu olması gereken o boş sayfada. Ağlamaktan pınarları kurumuş, uykusuzluktan altları şişmiş ve içmekten kan çanağına dönmüş bir çift göz... Öyle bir çift göz ki hem kocaman açılmış bağırıyor avaz avaz hem de çok gizli bir sırrı açık etmekten korkarcasına susuyor. Kurtulmak istiyorum onlardan ve durmadan çeviriyorum sayfaları. Çeviriyorum çevirmesine de her sayfada bambaşka anlamlara bürünüp yeniden dikiliyorlar karşıma. Nefretle dolup taşıyorlar bir sayfada, bir başka sayfadaysa umut ışıkları saçıyorlar dört bir yana. Ne yaparsam yapayım kaçamıyorum o gözlerden. Pılımı pırtımı toplayıp onları görmeyeceğim bir yere gitmek istiyorum. Ama olmuyor, yapamıyorum. Kaçamıyorum o gözlerden, o gözleri taşıyan soluk yüzden ve o soluk yüzün sahibi garip adamdan. Kaçamıyorum.
Sadece tek bir kere ve kısacık bir iç çekiş süresi kadar görmüş olsam da o gözleri, dünyanın tüm heykeltıraşlarının hatta tüm ressamlarının bir araya gelip de yontamayacakları ve çizemeyecekleri kadar net bir şekilde kazındılar aklıma. Hatta öyle bir kazındılar ki her baktığım yerde görmeye başladım o bir çift gözü. Kelimelerin arasında gördüm; kar tanelerinin üzerinde, salına salına hareket eden bulut kümelerinde, yolda yürüyen genç yaşlı, kadın erkek herkesin yüzünde gördüm. Öyle ki bir süre sonra aynaya baktığım zaman da görmeye başladım o bir çift gözü ve rüyalarımın en olmadık yerlerinde de gördüm.
O kadar basit, öyle alelâde bir gündü ki o gözleri gördüğüm gün; belki de o sıradanlığın içinde tamamen savunmasız, tamamen hazırlıksız yakalandım onlara da bu yüzden çakıldılar kaldılar gözlerimin önüne. İşte onlar öyle çakılıp kalınca da ben her baktığım yerde görmeye başladım onları. Birbirinin kopyası gibi olan günlerimin kendine has ahengini, şaşmaz bir terazinin dengesini ve milyarlarca yıldır kendi halinde dönen dünyanın ritmini bozan bir şey vardı o bakışlarda. Karşı karşıya kaldığımız o kısacık anda durmuştu sanki zaman ve ben o kısacık anda kısılıp kalmıştım. Hem de öyle bir kısılıp kalmıştım ki o anın içinde, tüm yaşamım, geçmişim ve geleceğim, acılarım ve sevinçlerim ve gerçekleşmeleri imkânsız olan tüm hayallerim bir araya gelip benimle birlikte sıkışmışlardı sanki o anın içinde. Bir şey vardı o bakışlarda; doğru bildiğim, inandığım, varlığına sığındığım ve olmazsa olmaz dediğim her ne varsa hepsini toplayıp buruşturan ve buruşturduktan sonra da çöpe atıp hepsini yok eden bir şey. Hiçbir kelimenin anlamına sığamayacak kadar büyük bir şey.
***
Her gün yaptığımdan farklı hiçbir şey yapmamıştım o günde de. Aynı saatte kalkmış, her zamanki gibi önce ılık bir duş almıştım ve saçlarımın kurumasını beklerken de yıllardır yediğim kaşarlı tosttan yemiştim. Aheste aheste hazırlanmıştım sonra, saçlarımı at kuyruğu yapmış, dudaklarıma koyu renk bir ruj sürmüş, kulaklarıma da küçücük halka küpeler takmıştım. Ne bir gün ne bir hafta ve ne de bir yıl önceki görüntümden farklı bir görüntüm vardı. Oyalanabildiğim kadar çok oyalanmıştım evde. Ayaklarım geri gide gide dışarı çıkmıştım sonra ve renginden nefret ettiğim sarı boyalı eski apartmana iğrenerek bakmıştım. Her zamanki gibi koyu bulutlarla kaplıydı gökyüzü, kar ha yağdı ha yağacaktı. Tıpkı dün ve dünden önceki günlerde olduğu gibi... Son anda kaçırmıştım otobüsü ve bir on dakika daha beklemek zorunda kalmıştım durakta. Tıklım tıklım otobüste sallana sarsıla gitmiş, derse yine geç kalmış, en arka sıraya oturmuş ve hocayı dinlermiş gibi yaparken de önce "Benim burada, bu bölümde, bu sınıfta, bu sırada ne işim var?" diye düşünmüş ve defterimin arkasına kargacık burgacık, anlamsız şekiller çizerken hayallere dalmış; hayallerimin içinde yüzerken hiçbirinin gerçek olmayacağını düşünerek korkmuş, korktuğumdan da içinde yüzdüğüm hayallerin arasında kaybolmuştum. Zaten insan hocasıyla aynı apartmanda kalınca ve onu sürekli götü başı dağıtmış hâlde görünce istese de dinleyemiyordu ya dersi, orası ayrı mesele. Belki bir ara kendisi anlatır başından geçenleri.
İşte aynı apartmanda oturduğum bu göbekli hocanın normal şartlarda bir buçuk saat sürmesi gerekirken bana bir buçuk yıl gibi gelen dersinin sonunda kaçarcasına çıkmıştım sınıftan ve fakültenin bahçesinde boş boş otururken bir bardak çay içmiştim. Soğuktan titreye titreye sigaralar içmiş, kedilerle oynamış, saçma sapan konulardan sohbet etmiş ve incir çekirdeğini doldurmayacak konular yüzünden de tartışmıştım arkadaşlarımla. Zamanımı bomboş şeylerle çarçur etmiştim işte. Kar serpiştirmeye başlayınca da sallana sallana oturduğum yerden kalkmış ve ayaklarımı sürüye sürüye de fakülteden çıkmıştım. Otobüs durağına en yakın dönercinin yolunu tutmuştum sonra ve aç karnımı doyurup durağın yanı başındaki tekelden yedek bir paket sigara almıştım. Otobüsü beklerken de çabuk çabuk iki sigara daha içmiştim. Ben ikinci sigaranın izmaritini ezerken büyük bir gürültüyle, titreye titreye durağa yanaşmıştı otobüs ve ben de binmiştim bu otobüse ve mıştım ve miştim.
Otobüse biner binmez o sıradan günün seyri değişiverdi ve yepyeni bir yol çizildi önümde. Zaman kırıldı, kader yeniden yazıldı ve küçük bir kelebek kanatlarını çırptı. Belki bir yıl, belki de daha uzun bir süre sonra boş bir koltuk görüyordum otobüste. Nadir bulunan bir mücevher gibi parıl parıl parlıyordu o boş koltuk ve adeta uçarak gidip yapıştım o boş koltuğa. Yanına oturduğum kişinin nasıl biri olduğuna hiç mi hiç bakmadan hatta herhangi birisinin yanına oturduğumun bile farkında olmadan koltuğun kendilerine ait olduğunu düşünen yaşlı amca ve teyzelerin öfkeli bakışları arasında gidip oturdum o boş koltuğa. Oturdum ve ilk başta hiç ilgilenmedim yanımda oturan o adamla. Sonrasında bu hâle geleceğimi, adamın yüzü zihnimde bulanıklaştıkça gözlerinin netleşeceğini bilsem asla da ilgilenmezdim zaten.
iğinden ve şans eseri onun yanında oturuyor oluşumdan çekiverdi bir anda tüm dikkatimi.
Dünyada olan biten her şeyle olan ilişkimi kesmiştim adeta ve adamın elindeki kitaba vermiştim tüm dikkatimi. Ha çevirdi sayfayı ha çevirecek diye, büyük ve anlamsız bir heyecanla bekledim durdum. Bekledim beklemesine de o sayfa çevrilmek bilmedi bir türlü. Adamın sayfayı çevireceğine dair tüm umutlarım tükenince de yavaş yavaş yüzüne çevirdim bakışlarımı. Kitaba bakıyordu gözleri ama çok uzaklardaydı bakışları, yanında birisinin oturduğundan bile bihaberdi belki de. Öyle bir duruşu vardı ki dünya yıkılsa, yer yerinden oynasa, gök yarılsa ve büyük bir tufan kopsa umurunda olmayacaktı sanki ve hatta, otobüs alıp götürse onu buralardan, ta dünyanın öbür ucuna götürse ve yapayalnız bir başına, dımdızlak bıraksa onu orada; gıkını çıkarmadan boyun eğecek, belki de bu durumdan memnun bile kalacakmış gibi bir hâli de vardı. O kadar güçsüz, o kadar çaresiz de bir ifade vardı ki soluk dudaklarında; saçı sakalı birbirine karışmış, ihtiyar, nefesi ekşi bira kokan birisi gelip balmumundan bir çift kanat verse ona ve sonra da “Al bu kanatları ve kaç git buralardan!” dese bir kere bile çırpamayacaktı sanki o kanatları. Ya da bir başkası gelip yıllardır uyuyan; savaşlara, ölümlere, afetlere, dünya üzerindeki tüm acılara ve sevinçlere, kıtlıklara, felaketlere ve tüm yerküreyi kaplayan bir yangına rağmen uyuyan bir prensesi uyandırmasını istese ondan, gidip de sıcacık bir öpücük konduramayacaktı o prensesin dudaklarına. İşte o kadar güçsüzdü bu adam; bir çift kanadı çırpamayacak, uyuyan bir prensesi öpüp uyandıramayacak kadar güçsüzdü. Hata kaza birisi gelip de dokunuverecek olsa çökük omuzlarına, hüngür hüngür ağlayıverecekti sanki. Öyle bir ağlayıverecekti ki hem de; cayır cayır yanan kumlarına binlerce yıldır tek damla su değmemiş devasa bir çöl yeşeriverecekti bir anda. Devasa ağaçlar kök salacaktı söz gelimi ya da gürül gürül akan, yılan gibi kıvrılan bir nehir peyda olacaktı o çölün ortasında. O kadar çok ağlayacaktı ki sapsarı bir çölden yemyeşil bir orman filizlenecekti ama onun göz pınarları da öyle bir kuruyacaktı ki bir zaman sonra göz yaşı değil de kan akacaktı sanki o göz pınarlarından.
Durum böyle olunca ben de dayanamadım o adamın başını cama yaslamış; saçlarından iri damlalar aka aka, kupkuru dudaklarla elindeki kitabın aynı sayfasına bomboş bakıp durmasına ve yavaşça, onu ürkütmekten korka korka dokunuverdim omzuna. Hiçbir tepki vermedi ilk başta; ağlamadı, titremedi ya da kaldırmadı başını yasladığı camdan. Birisinin gelip de omzuna dokunduğunun bile farkında değildi. O omzuna dokunduğumu fark etmeyince iyice meraklandım tabii ben de ve omzuna değil, eline dokunuverdim bu sefer de. Buz gibiydi adamın eli, bir canlının sıcaklığından zerre iz yoktu o elde. Vücuttan bağımsız bir et parçası gibiydi tıpkı ve bir ölünün soğukluğunu hissettiriyordu ona dokunana ve ben de hissettim tabii o ölü soğukluğunu.
Bu kez hissetmişti ona dokunduğumu, farkıma varmıştı nihayet ve bir anda irkilip bana doğru çevirdi yüzünü. Tam o anda, o bana bakışlarını çevirdiği anda karşı karşıya kaldım adamın gözleriyle, ilk ve son defa. Bana bakmasıyla bakışlarımı kaçırması bir olmuştu çünkü ve bir daha da bakmadı yüzüme. Bense o bana baktığında bir hışımla, o gözlerini benden kaçırana kadar duyulur duyulmaz bir sesle “Pardon, iyi misiniz? Yüzünüz bembeyaz da.” diye soruverdim ama hiç oralı olmadı o; elinde duran, sayfaları artık adamakıllı ıslanmış ve buruşmuş kitabı kapatıp çantasına koydu ve uzun uzun baktı boşluğa. O, boşluğa bakarken de yaşlandım gittim ben; ilk başta aklar düştü saçlarıma, kulaklarım duymaz, gözlerim görmez oldu. Zaman geçtikçe elden ayaktan kesildim ve defalarca burun buruna geldim ölümle. Aradan yıllar geçti ve aksıra tıksıra bir durağa yanaştı otobüs; önünde bir elinde kızının eli, diğer elinde de bir valiz olan yaşlıca bir adamın olduğu durağa yanaştı. Adam kalktı yerinden, bana bakmadı hiç. Ama dizleri dizlerime değdi yanımdan geçerken. Sonra durdu bir an, yüzüme bakmadı ve obüsün kapısı büyük bir gürültüyle açılırken cevap verdi soruma. “Eh işte,” dedi, “Fena değil!” Dört kısa kelime çıktı dudaklarının arasından ve kaçar gibi indi otobüsten. Lapa lapa yağan karın altında yürümeye başladı sonra ve kaşla göz arasında kayboldu o kar tanelerinin arasında. Otobüs de kapattı kapılarını, sarsıla sarsıla devam etti yoluna. O inince otobüsten, bir başkası gelip oturdu yanıma. Hiç ama hiç ilgilenmedim onunla; yüzüne, duruşuna ya da kıyafetlerine bakmadım. Yasladım başımı otobüsün camına ve kapadım gözlerimi.
En son durakta en son ben indim otobüsten. Sağıma soluma baktım önce aval aval, sonra da koşar adım uzaklaştım duraktan. Omuzlarımda birikti lapa lapa yağan kar. Kim bilebilirdi o adamın şimdi nerede olduğunu ya da gerçekten var olup olmadığını? O kanlı gözleriyle kimlere baktığını, hangi kaldırımlarda yürüdüğünü, hangi sokaklardan geçtiğini kim bilebilirdi? Aklımda binlerce soru, gözlerimde o adamın gözleri, hiç kimseyle ve hiçbir şeyle ilgilenmeden süratle yürüdüm karlı yollarda. Yürüdüm ve bir solukta girdim sarı apartmanın derin karanlığının içine, âdeta bir kara delik gibi yuttu beni apartman. Bir âlemden bambaşka bir âleme geçmiş, bir hayalin içinden çıkıp bambaşka bir hayalin içine dalmıştım sanki.
İkişer ikişer çıktım basamakları ve paldır küldür attım kendimi eve. Omuzlarımda biriken karları silkeledim, ağır botlarımdan kurtuldum, kat kat kazaklarımı fırlatıp attım üzerimden, paçaları ıslanmış pantolonumu çıkardım zar zor ve yarı çıplak attım kendimi buz gibi yatağın içine. Yatağın soğukluğuyla ürperdi tüm vücudum ve her geçen saniye biraz daha büzüldüm yattığım yerde.
Aradan ne kadar zaman geçtiyse, kaç saat uyuduysam artık, uyandığımda hava çoktan kararmış, kar dinmiş ve kara bulutların yerini gri bulutlar almıştı. Kazan gibiydi kafam ve kesik kesik sesler geliyordu mutfaktan. Kalktım, soğuk parkelere bastım yalın ayak ve seslerin geldiği mutfağa sürükledim kendimi. Ev arkadaşım Yaren tünemiş bir sandalyeye. Camı açmış, bir elinde kahve diğer elinde sigara şehre bakıyordu. Gidip su doldurdum büyükçe bir bardağa. Çekmeceden de bir ağrı kesici aldım. Sonra oturdum Yaren’in yanına. Bir sigara yaktım. Birbirimize bakmadan, göz göze gelmeden, konuşmadan içtik sigaralarımızı.
Yarı çıplak, titreye titreye oturdum. Sigaralar bitti. Biraz daha oturduk. Sonra derin bir iç çekti Yaren. “Eee,” dedi, “Ne var ne yok? Nasıl geçti günün?” Bekledim bir süre, cevap vermedim. Kalktım masadan, kollarımı birbirine doladım. İçim ürperdi kendime dokununca. Tam çıkacakken mutfaktan cevap verdim Yaren’e. “Eh işte” dedim, “Fena değil!” İşte o an fark ettim ki onlarca farklı anlama gelen kelimeler vardı var olmasına da bazı kelimeler gerçekten de gelmiyorlardı bazı anlamlara.