Yılın bu zamanlarında Fenerci İsmet’in köyünde deniz, mavi bir örtü kadar sakin olurdu. Uzaklardan gelen esinti bazen Anadolu’nun göbeğinden gelirdi. Bu tür esintiler serin ve tatsız olurdu. Bazen bu esintiler denizden köye doğru gelirdi. Denizden gelen esinti diğerine nazaran tuzlu ve hafif yanık olurdu. Genellikle bu esinti insanın damağında kuruluk, elleri ve yüzlerinde ise yapışkan bir his yaratırdı. Bu gece de denizin gözleri yoran genişliğinden gelen esinti, tüm köy halkını kucaklıyordu. Havada asılmış duran ay ise güneşe peşkeş çeker gibi tüm varlığıyla aydınlatmaya çalışıyordu köyü. 

 

İsmet bu güzel havayı içine çekti, gülümsedi, sonra da gerilip tepede duran aya baktı, “Ay iyidir,” dedi. “ay iyidir.”

Cebinden anahtarını çıkardı ve deniz fenerinin pas tutmuş kapısına yanaştırdı. El yordamı ile anahtar deliğini buldu, anahtarı itti. Kapıyı açtı ve içeri girdi. Bugün köyde birkaç dostuna yardım etmiş, kuvvetli elleriyle taşınacak eşyaları taşımıştı. Zor bir günün ardından aklındaki tek şey fenerdeki rutinleriydi. Rutinlerini gerçekleştirmeden ne gözüne uyku giriyor ne de bir yerlere dolaşmaya çıkabiliyordu. Bu yüzden hiçbir yerde akşam yatısına kalmazdı. Hâlbuki pek lüzumu olmayan şeylerdi bu rutinler. Bazen onu oğlundan farksız gören Muhtar İsa ona “Fenere gidip ne yapacaksın, kal işte burada. Yengen mis gibi yemekler yapar sana. Güzel de bir yıkanırsın. Hem bir gün fenere gitmesen ne olur sanki? Zaten denizde kimse yok. Fenerin gereği de yok artık.” derdi. Tüm bu ısrarlara rağmen İsmet her gece fenere giderdi. Çok önemli bir iş olduğunda, mesela şehre gidilecek olduğunda bile gece fenerden çıkar, yoldaşına da diğer gece mutlaka fenere dönmesi gerektiğini tembihlerdi. 

 

İsmet kapıyı açar açmaz ışığı yaktı. Ardından eline bezi alarak biraz ıslattı. Deniz fenerinin zemin katında yatağı, arada bir oturup güneşin batmasını beklediği koltuğu ve yemek yapmak için ocağı vardı. Fenerin daire duvarlarında ise yüze yakın çerçeveletilmiş siyah beyaz fotoğraflar vardı. İsmet eline aldığı bez ile kapının sağ köşesinden başlayarak fotoğrafları teker teker silmeye başladı. Tüm fotoğraflarda yalnızca iki kişi vardı. İsmet ağzını kahkaha atar gibi açar, mutluluğu kusardı adeta. O kocaman ağzı içinde yerini terk etmiş iki diş sırıtırdı. Fotoğraftaki ikinci kişi ise daima değişirdi. En önemli ve en yukarıya asılmış fotoğraf fenerin dış kapısının üzerine asılmış olandı. İsmet henüz gençken ve anne babası sağ iken çekilmişti bu fotoğraf. Babası kamerayı yeni almış, heyecanla eve getirmişti. Elbette bu heyecanla çekilen ilk fotoğraf da aile fotoğrafıydı. İsmet ortada, anne ve babası yanındaydı. İsmet o zamanlar henüz yedi yaşındaydı fakat gülüşünden hiçbir şey kaybetmemiş kocaman ağzını açmıştı. Fotoğraf makinesini elinde tutan kişi ise Muhtar İsa’ydı.

 

Muhtar İsa bir sene tarlasından o kadar kötü bir verim almıştı ki ek iş olarak muhtarlık adaylığını koymuştu. Köyün çok fazla sakini olmadığı için de Hüseyin Bey ile seçim propagandasını yürütmüş, diğer adaya büyük bir fark atarak seçimi kazanmıştı. Tarladan vakit kaldıkça kahvede oluşturulan muhtarlık masasına gider, köyün sorunları ile ilgilenir, gerekirse de ara buluculuk yapardı. Aileler arasında olan sorunları çözmek köyün resmi reisi olan muhtara kalırdı. 

 

İsmet tüm fotoğrafları sildikten sonra aile fotoğrafını da özenle sildi. Ardından anne ve babasının küçük yüzlerine çerçeve camının ardından bir öpücük vererek “İyi geceler anne, iyi geceler baba. Allah rahatlık versin.” diyerek yerine özenle yerleştirdi. Mutfak olarak kullandığı bölüme giderek sabah demlediği çayın altını yaktı ve koltuğuna kuruldu. Eğer köyden kimse onu çağırmadıysa gün içinde ya yürüyüşe çıkardı ya da koltuğuna kurulup havanın kararmasını beklerdi. Onun işi geceleri olurdu. O deniz fenerinin bekçisiydi. Bazı bazı düşüncelere daldığında köydeki diğer herkesin güneşin altında çalıştığını düşünürdü. Terlemeyi sevmezdi Fenerci İsmet. Hem işi onu terletmediği için hem de diğer herkesten farklı olduğu için önce Allah'a sonra da bu işi ona veren Muhtar İsa’ya teşekkür ederdi İsmet. Sonra da gülümseyerek “Fener iyi, fenerde sıcak olmaz.” der bir daha gülümserdi. 

 

Çayın fokurtularını duyduktan sonra çay tepsisini ve sabah Muhtar İsa’nın eşinin yaptığı bazlamaları hazırlamaya koyuldu. Tütün poşetini cebine sıkıştırdı, tepsiyi de alarak fenerin tepesine çıktı. Geniş ve yatık sandalyesine oturup çayını koydu. Tepside her zaman belki bir misafir gelir ümidi ile iki tane bardak olurdu. Bazen evden ve kahveden sıkılan Muhtar İsa fenere gelirdi. İsmet ile birlikte çay içer, sigara tellendirir, örtü gibi olan denizi izlerlerdi. 

 

İsmet bazlamasını ve ilk bardağını bitirdikten sonra gömleğinin cebindeki fotoğrafı çıkardı. Fotoğrafı dizine koyup bir demli çay daha doldurdu kendisine. Pantolonunun cebine koyduğu tütün poşetini de çıkardı ve kocaman parmaklarıyla güzel bir sigara sardı kendine. Tepsideki kibriti alarak yaktı ve fotoğrafı izlemeye başladı. Yüzü gülüyordu. Bazen fotoğrafa dalıp hayaller kuruyor, bazen de fotoğrafın çekildiği gün geliyordu aklına. Her ikisinde de ağzı kocaman açılıyor ve gülüyordu. Uykusu ağır bastığında fotoğrafa bakarak, “Aslı çok mutlu. Aslı çok güzel. İyi geceler Aslı.” diyor, fotoğrafı dikkatlice aynı cebine koyuyordu. Ardından o örtü gibi denizin huzur veren sesi ile uykuya dalıyordu. 

 

Ay gücünü kaybedip yerini güneşe bırakmıştı. Güneş İsmet’in yüzüne sabahın ilk ışıklarının sıcağını ulaştırıyordu. İsmet uyanıp cebindeki fotoğrafı çıkararak “Günaydın Aslı.” dedi. Tepsini ve tütünü eline alıp zemin kata indi. Yeni çay demlemek için suyu kaynamaya koyup kapıya doğru yöneldi. Aile resmine bakarak “Günaydın anne, günaydın baba.” dedi. Ardından koltuğuna kurularak küçük penceresinden gökyüzünü seyretmeye koyuldu. 

 

Bir anda kapı gıcırtı ile açıldı. Sakalları uzamış, ayakları çamura bulanmış terli bir adam belirdi kapıda. İsmet hemen yerinden doğruldu ve adama doğru ilerledi. Gülümseyerek “Gel.” dedi, “Gel. Korktun mu, kayboldun mu? Gel çay içelim. İsmet güzel çay yapar.” diyerek kollarından nazikçe tuttu, adam hiçbir şey diyemeyecek kadar yorgundu ve yalnızca karnını doyurup uyumak istiyordu. İsmet adamı nazikçe az önce kalktığı koltuğa oturtarak çay tepsisini hazırladı. Birkaç zeytin, bir kase peynir alarak tepsiye yerleştirdi. Dün akşamdan kalan bazlamaları da koyarak, koltukta oturan adamı önüne alarak fenerin tepesine doğru çıkmaya başladılar.  

 

İsmet koltuğu daha dik hâle getirerek adamın oturması için işaret etti. O da kenarda olan tahta sandalyeye oturdu. İsmet çayları koymaya başlarken adama “Yesene, zeytin ye, bazlama ye.” diyordu. Adam da düşünceli ve yorgun hâlde lokmaları ağzına atmaya koyulmuştu. İkisi de yemek boyunca konuşmadı. İsmet karnını doyurduktan sonra ikinci çayını da koyarak sigarasını sarmaya koyuldu. İlk sigarayı adama ikram etti ve o koca gülümsemesi ile adama bakarak “Sigara kötü ama sen de iç. Annem sigara kötü derdi ama olsun.” dedi. İkisi de sigarayı yaktı. Fenerin hareketsiz atmosferinde sigara dumanı kıvrılarak yükseliyordu. Dumanların ardındaki iki çift göz dikkatlice birbirlerini süzüyordu. Yabancının gözleri tehlike ve risk arıyordu kuşkusuz. Tanımadığı tuhaf bir adamın mekanındaydı. Bu yabancılığın insana sunduğu öncelik yaşamının güvenliğiydi. İsmet ise dumanın ardından gözleriyle adamı tanımaya çalışıyordu. Tanıma çabası güvenlik ile ilgili değildi. Bugüne kadar kimse İsmet’e ve onun sakin hayatına zarar vermemişti. Masum ve tehlikeden uzak ruhlar saf sevgiyle yoğrulduğundan kötü bir insanla karışılacaklarını akıllarına bile getirmezler. Çünkü onlara göre kötü insanlar sevginin lejyoneri ailesi tarafından bu topraklardan sürülmüşlerdir. Bir daha asla dönmemek üzere yok olmuşlardı bu diyardan. Kötülük sevginin doğumuyla ölmüştü. Öte yandan İsmet bencillikten de soyunmuştu. Varı yoğu olan çevresinden tek bir şeyi bile sakınmazdı. İçindeki sevgiyi de paylaşmak adına o koca gülümseyişiyle ağzını aralamıştı. 

 

İsmet sessizliği boğan kalın sesi ile “Sen kayıp mı oldun? Sen kimsin? Ben tanımıyorum seni.” dedi. Adam sigarasından aldığı soluğu havaya bırakıp “Hayır.” dedi, “Ben müfettişim, devlet memuruyum. Köyünüzü denetlemeye geldim.” 

 

İsmet önce gözlerini kocaman açarak şaşkınlığını gösterdi, ardındansa “E ama memurlar siyah giyerler. Şehirde birkaç tane görmüştüm hepsi simsiyah takım elbiseler giyiyorlardı. Sen siyah giymemişsin. Üstelik kıyafetlerin de kirli.” dedi. Adam sigaranın son dumanını da içine çekerek “Haklısın.” dedi, “Normalde siyah giyiyoruz ama benim görevim biraz gizli. Devlet, köylü gibi görün, müfettiş olduğunu bellemesinler diye tembihledi.” İsmet biten çayları doldurmaya başlamışken “Korkma müfettiş. İsmet sır saklar. Sır saklamak iyidir. Ben kimseye söylemem.” dedi. Müfettiş “Umarım söylemezsin. Çünkü beni boş ver sen, devlet buna çok kızar. Çok ağır suçlar bunlar. Birkaç gün burada kalmam gerekecek. Sen benden çekinmeyesin diye söyledim sana.” dedi.

Saatler ilerledikten sonra İsmet, zemin kattaki yatağını müfettişin uyuması için hazırladı. Kendisi de fenerin tepesindeki koltukta uyudu.

 

İsmail sabah müfettiş ile kahvaltı yaptıktan sonra köyde işi olduğunu ve ancak gece gelebileceğini söyledi. “Kendine çay yap müfettiş.” dedi, “Çay iyidir.” 

 

İsmet’i, Muhtar İsa çağırmıştı. Köydeki bazı meseleler yüzünden tarlayı sulayamamıştı. Fasulyelerin her yanında biten otlar henüz boy vermeden bitkiyi öldürecekti. “İsmet ile birlikte tüm tarlanın işlerini hallederiz sonra da artık yaşlanmaya başlayan horozu keser yeriz.” diye düşünmüştü. İsmet zaten Aslı’yı göreceği için her türlü uğraşı kabul ederdi. Güneşin bağrında, hele ki şu birkaç gün sabahları hiç esinti olmazdı, tarlada iş tutmak her yiğidin harcı değildi ama İsmet de her yiğit gibi değildi. Aslı’yı bir başka severdi İsmet. Anne ve babasını kaybettikten sonra Muhtar İsa sahiplenmişti onu. Kendi evine almış, büyütüp koca adam etmişti. İsmet, Aslı ile beraber büyümüş, Aslı’ya kardeş ile eş arasında bir değer biçmişti. 

  

Aslı, anne ve babasına çok düşkündü. Defalarca esnaflar karşı köylerden kudretli adamlar istemişti Aslı’yı. Aslı ise aile evinden ayrılmayı ölümle bir tuttuğundan hiçbirini istememişti. Sıradan bir kadındı Aslı. Sabahları annesiyle ev işlerine bakar, öğlen ezanına yakın babasına yemek götürürdü. İçindeki hayat sevgisi ruhundan taşardı. Muhtarlık binası olmadığından kahvedeki muhtarlık masasına giderdi öğlenleri Aslı. Onun yaşında bekar bir kızın köy kahvesine girmesi hiç yakışık olmazdı ama Aslı hiç utanmadan çekinmeden kahveye girer, bazen birkaç saat oturur, köyün yaşlıları ile şakalaşırdı. 

 

İsmet, köye doğru ilerlemeye başlamıştı. Güneş yavaşça yükselirken yolun bir yanındaki deniz diğer yanındaki ağaçları aydınlatıyordu. Rüzgâr bu sefer denizin içinden geliyordu. Güneşsizlikten az da olsa soğumuş olan denizin hoş kokusu ten ve burunla buluşuyordu. Bu yetmezmiş gibi rüzgâr yaprakları dans ettiriyor, Poseidon’un samimi agresifliğini kıyılarla buluşturuyordu. İsmet yolda çocuklar gibi yürüyordu. Doğada bir başına olmak onu mutlu ediyordu. Sanki ait olduğu yerdeydi ve tüm dünyayı saran bu koca doğa cemiyetinde bir üye olmanın gururunu taşıyordu. Arkadaşları, yapraklar ona gülümsüyordu. Küçükken, annesi ve babası hala sağken bir köpek ile tanışmıştı İsmet. Uzun bir çalışma gününün ardından ikindi serinliğinde annesinin demlediği çayı içiyorlardı. İsmetlerin evinin önündeki küçük divanda kurulmuşlardı. İsmet babasından çok istediği bisküvileri çayına özenle batırıyor ve ardından ağzında güzel aromayı dağıtıyordu. İsmet’in anne ve babası ise bir sonraki hasadın daha iyi olması için köylülerin denediği yeni yöntemleri tartışıyorlardı. O sırada bahçeye küçük bir köpek girdi ve İsmet’e doğru ilerledi. İsmet hiçbir tepki vermedi ve onun yaklaşmasını bekledi. Köpek ya çok açtı ya da cesurdu. Bir an bile gerilemeden İsmet’in yanına kadar geldi ve uzandı. İsmet onu severken köpek coşkulu bir şekilde kuyruğunu sallamaya başladı. İsmet içine sığdıramadığı mutluluğu yüzündeki tebessüm ile dışarıya aktarırken babasına dönerek sordu:

“Baba neden kuyruğunu sallıyor köpek?”

Babası ufak bir tebessümle “Seni seviyor ve çok mutlu da ondan sallıyor oğlum.” dedi. İşte İsmet o günden beri doğadaki her hareketliliği onu seven ve mutlu olan köpeği hatırlayarak yorumladı. Rüzgârın etkisi ile dans eden her yaprak İsmet’e sonsuz bir muhabbet ile selam veriyordu. İsmet ise dünyadaki her şeyin ortak dili olan gülümseme ile ona karşılık veriyordu. 

 

İsmet muhtar İsa’nın evine gitti. İsa, eşi Makbule Hanım'a “Sen çayı koyuver biz bir uçtan işe başlayalım, çay olunca haber edersin. Gelir kahvaltımızı yaparız. Bir an evvel şu işler bitsin de rahata erelim.” dedi. İsmet’i karşıladıktan sonra direkt bahçeye yöneldiler ve tarladaki otları temizlemeye koyuldular. 

Otların arasında bazen küçük böcekler görürdü İsmet. Onları eline alır nazikçe severdi. Daha sonra temizlediği bitkilerin arasına koyardı. Kaza ile de olsa bir canlıya zarar vermek istemiyordu İsmet. Doğa ona gülümserken o kaşlarını çatamazdı. İsmet hiçbir zaman kaşlarını çatamazdı zaten. Bir uğur böceğine denk geldi İsmet. Hemen eline aldı ve koşarak Muhtar İsa’ya götürdü. “İsa amca!” dedi İsmet, “Aslı’ya götüreyim mi bunu? Aslı sever mi?” diye sordu gülümseyen dudaklarıyla. İsa “Boş ver oğlum, biraz uzağa koy da uçup gitsin hayvancağız. Aslı mutlu olur olmasına da ya böcek üzülürse? Belki onu da bekleyen vardır bir yerlerde. Onlardan ayırmayalım olur mu yavrum?” dedi. İsmet kafasını sallayarak “Ayırmak kötü. Biri beni Aslı’dan, Muhtar amcadan, fenerden ayırırsa çok üzülürüm. Sen de üzülürsün böcek. O yüzden uç hadi, seni bekleyenlere uç. Kavuşmak güzeldir. Ayrılmak kötü…” diyerek bir dala koydu böceği. Keyifle böceğin özgürce uçuşunu izledi ve yeniden işe koyuldu. 

 

Aslı bahçeye babasını çağırarak girdi. O sırada İsmet hem bu dünyada hem de rüyalarında duymayı sevdiği en güzel sesi duyduğundan kafasını kaldırdı. “Aslı geldi!” dedi kocaman gülümseyerek. “Hoş geldin Aslı.” 

Aslı da aynı tepkiyi vermişti İsmet’i görünce. Kocaman gülümsemiş, “Oo, İsmet beyler de teşrif etmiş fakirhanemize.” dedi. İsmet bu sıcak merhaba sayesinde zevkten dört köşe olan kalbiyle “Geldim, gelmek iyidir.” dedi. Aslı yüzünü buruşturdu, “Peki Aslı, Aslı iyi değil mi İsmet?” dedi. İsmet’in yüzündeki gülümseme kayboldu, “Sen üzülme Aslı, Aslı iyi tabii. Aslı her şeyden iyi.” dedi. Büyük bir kahkaha patlatan Aslı “Şaka yapıyorum canım. Neyse hadi gelin kahvaltı yapın, sonra yeniden dönersiniz işe.” dedi.            

Kahvaltıyı yaptıktan sonra bahçedeki işi tamamladılar. Günün yorgunluğunu bahçede oturarak unutmaya çalıştıktan sonra akşam yemeğine oturdular. Konular konuları, anılar ise bambaşka anıları ardında getirdi. Konuşulan konuların mekanları, zamanları ve kişileri değişti. Değişmeyen tek şey yüzlerindeki gülücük oldu. Yine keyifli bir sohbet sırasında Aslı İsmet’e dönerek, “İsmet sen büyük bir adamsın.” dedi. İsmet “Evet ben adamım. Bak sakalım var.” diyerek gülümsedi. Aslı küçük bir tebessümün ardından, “Dünyanın en bulaşıcı şeyidir sevgi ve mutluluk. Paylaşmayı bilene isteyene bir anda bulaşıverir. Bulaştığı zamanda sonsuza kadar yayılabilir. Sen bunun farkındasın ve coşkuyla herkese, her yana mutluluk bulaştırıyorsun.” dedi. İsmet Aslı’nın söylediklerinin büyük bir kısmını anlayamamıştı. Karşısındakini anlayamadığında dudaklarına ve gözlerine bakardı. Eğer gözleri ve dudakları gülüyorsa güzel bir şey diyordur diye düşünürdü. İsmet ise güzel şeylere karşı çıkamayacak kadar güçsüzdü. “Mutluluk iyidir.” dedi ismet. “Sen mutlu olursan ben mutlu olurum. Sonra ben İsa amcayı mutlu ederim. İsa amca da Makbule yengeyi mutlu eder. Mutluluk iyidir. Aslı sen mutlu ol. O zaman biz de mutluyuz.”

İsmet konuşurken Aslı İsmet’in gözlerine bakıyordu. İsmet’in gözleri bir yılan gibiydi. Nasıl ki yılan avlarını bulmak için gözlerini mümkün olan en iyi şekilde kullanıyorsa, İsmet de avını bu mükemmellikte arıyordu. Onun avı bahanelerdi. En küçüğünden en büyüğüne bahaneler arıyordu. İçindeki mutluğu ve sevgiyi birilerine bulaştırmak için bahaneleri kullanıyordu İsmet. Bunu ilgi çekmek ya da o konuşmanın konusu olmak için yapmıyordu. İsmet mutluluğa bağımlıydı. 

    İsa’nın aklına uzun süredir söylemek istediği konu geldi. “Büyük şehirden bir adam dadanmış buralara. İzini kaybettirmiş. Jandarma dün duyurdu çevre köylere de. Adam tehlikeliymiş büyük olaylara karışmış. Bulunana kadar herkes teyakkuzda olsun dediler. Dikkatli olun. Özellikle İsmet, oğlum bu sıralar kimse gelip girmiyor yanına ama sen dikkatli ol yine de. Gelen giden olursa bana haber et.” dedi. O sırada elindeki çay bardağına dalgın dalgın bakan İsmet bir şey anlamamıştı. İsa durumu fark edip, “İsmet oğlum sana diyorum. Anladın mı beni? diyerek onay bekledi. İsmet kafasını kaldırarak “Anladım amca, İsmet hep dikkatli.” diyerek kafasını yeniden bardağa gömdü. O sırada çayları yenilemek için mutfağa doğru ilerledi Aslı. Tam çayları koyacaktı ki komşusu Murat dedeye göndermek için hazırladıkları tavuklu pilavı fark etti. Çayları tazeledi daha sonra da “Ben şu yemeği götüreyim de geleyim.” diyerek mutfağa yeniden döndü. 

 

Murat dede yıllar önce hanımını kaybetmişti. Yaşı oldukça ilerlemiş, hâliyle ev işleriyle de pek ilgilenemez hâle gelmişti. Tüm komşuları ellerinden geldiğince yardım eder, evlerinde pişirdikleri yemeklerden birer tabak göndermeye çalışırlardı. Aslı, Murat dedenin kapısını çaldı ve içeri girdi. Henüz yenice yemek yemek için masaya oturmuş olan dedeye “Afiyet olsun dede. O bakıyorum da bugünkü menümüz baya kuvvetli.” dedi. Murat dede içten bir kahkaha atarak “Öyle öyle. Allah razı olsun kızım. Siz olmasanız naparım ben bu kötürüm hâlimle.” dedi. “Yaparsın yaparsın, sen ne zorluklar badireler atlatmışsındır be dede. Bunlara mı yenileceksin?” diyerek yemeği masaya koydu Aslı. 

   

     Fenerdeki yabancı tüm gün boyunca fenerin her köşesini arşınlamıştı. Ceketinin iç cebindeki rakıyı bardak bardak içmiş, ard arda sigara tellendirmişti. Düşüncelerinin mahkûmuydu. Rakının da etkisiyle düşüncelerini cesurca kelimelere dökmeye başladı. “Şimdilik güvendesin bakalım Mahmut. Bu dangalak İsmet ötmez kimseye seni. Peki sonra ne yapacaksın, bunu düşünmen lazım. Bir yolu olmalı. Buradan kaçmanın ve kurtulmanın bir yolu olmalı. Önce köyü tanımak lazım. Baskın ya da arama olursa nereye saklanacağım, hangi yoldan kaçabilirim bunları bulmam gerek.” 

   Güneş, günlük devriyesini ay ışığına bıraktıktan sonra rakısını da yanına alıp dışarı çıktı yabancı. Köyün sokaklarında başıbozuk bir şekilde geziniyordu. Adımı adımını tutmuyordu. Zil zurna sarhoştu. 

 

   Aslı, Murat dedenin evinden çıkmış ve kendi evine doğru yola koyulmuştu. Köşeyi döndükten sonra karşısına çıkan sakalı saçı birbirine karışmış adamdan korkarak geri çekildi. Bir an geçirdiği şok nedeniyle ne olduğunu anlayamamış ve dona kalmıştı. Yabancı da alkol ve bu beklenmedik karşılaşmanın ardından sersemledi ve ne yapması gerektiğini anlayamadı. Bir anda Aslı’nın bileklerine sarıldı ve kötü bir telaffuzla “Beni gördüğünü sakın kimseye söyleme. Yoksa seni bulurum, yalnız senin değil tüm sevdiklerinin canını yakarım.” dedi. Aslı şoktan çıkmaya çalışırken içindeki korku nedeniyle ellerini kurtarmak için çabalıyor bedeninden topladığı kuvvetle kendini ve yabancıyı bir o yana bir bu yana savuruyordu. Yabancı daha da kuvvetli bir şekilde Aslı’nın elini kavradı ve   “Sakın!” dedi yeniden. Aslı kaçmak için son bir hamle yaptı ve adamın elinden kurtuldu. O debelenme sırasında Aslı’nın fistanı sokak lambasından sarkan tele takıldı. Aslı son bir gayretle oradan kurtulmak için kendini ileri itti. Fistanı boydan boya yırtıldı. Fistanın yırtılmasından sonra boşa çıkan kuvveti nedeniyle kendini yerde buluverdi Aslı. Yabancı bu durumu fark edince Aslı’nın bağıracağını anlayarak onun üzerine kapandı. Elini ağzına götürdü. Güzel ve temiz bir vücut karşısında donakalan adam alkolün de etkisinde olduğundan yapacağı hiçbir şeyi düşünemiyordu. Zaten alkol de buna sebep olurdu. Sarhoşluk düşünülmesi gereken şeylerin düşünülmemesini sağlardı, düşünülmemesi gereken şeylerin de düşünülmesini… Aslı bağırmaya kurtulmaya çalıştı o an fakat bu çaba pek istediği bir sonucu getirmedi beraberinde. Aslı’nın ağzı ve burnu alkol kokulu şeytani bir kuvvetle kapanmıştı.    

 

  İsmet ve Muhtar İsa, Aslı’nın uzun süredir gelmemesini fark ederek telaşlanmaya başlamışlardı. Daha fazla dayanamayarak hanımın evde kalmasını isteyerek Aslı’yı aramaya koyuldular. Murat dede ile Muhtar İsaların evi birbirlerine yakındı. İsmet telaşlanmıştı. Adımları hızlanmış, işaret parmağı stres yüzünden baş parmağını sıyırıyordu. İsa, İsmet’in bu tavrını fark edince daha da telaşlandı onun da bacakları birbirini kovalar gibi hızlandı. İsmet, muhtarın arkasından gidiyordu. Zihninde dolaşan onlarca kötü senaryodan birisiyle ilk karşılaşan kişi olmaya cesaret edemiyordu. 

Köşeyi döndüklerinde muhtar kızının hareketsiz bedenini gördü. Şaşkındı, böyle bir görüntü ile karşılaşmayı beklemiyordu. Anlam arayan gözleriyle Aslı’nın yüzüne baktı. İsmini birkaç kez nazikçe tekrarladı. Ardından elleriyle omzundan sallamaya başladı Aslı’yı. Hiçbir cevap ya da yanıta yorulacak bir karşılık yoktu. Haykırdı bu sefer ismini. Önce Muhtar, ardından köpekler ağıt yakmaya başladı. Daha sonra teker teker yanan lambalar. Gelen komşuların kimisi muhtarı sakinleştirmeye çalışıyor kimisi de jandarmaya haber gönderiyordu. 

 İsmet ise sadece geriye doğru adım atabiliyordu. Ne yapacağını bilmiyordu. Sanki zihni az önce gördükleri karşısında donakalmıştı. Bu korkunç tabloya kabus gibi bakıyor ve bir an önce uyanabilmek için kaçıyordu İsmet. Fenere kadar kaçtı. 

 

  Bir, iki ve üç. Aslı’nın masum bedeni adli tıpa gönderildi, yabancı başka bir köye kaçmaya çalışırken yakalandı. Önce köylü tarafından iyice dövüldü, ardından mahpusa düştü. İsmet kaçacak bir yer bulamadığından fenerden hiç çıkmadı. Çay demledi, sigara içti. Selanın okunduğu gün İsmet ağlayarak tüm resimleri indirdi. Fenerin tepesine çıktı ve hepsini denize fırlattı. Anne ve babasınınkini bile…

İsmet o günden beri hiç gülmedi. Köyün mezarlığı fenerin hemen yanındaydı. Denize karşıydı. Fenerin tepesinden bakarsanız mezarlığı tepeden görürdünüz.

Üçüncü gün, yani Aslı’nın bedeni toprağa verildiği gün, İsmet cenazeye katılmadı. Fenerin tepesine çıktı ama Aslı’nın gidişini görecek cesareti olmadığından fenerin diğer tarafına gitti. Muhtar ve diğer köylülerin ağıtlarını duyuyordu İsmet. Tüm köy ağlıyordu masum Aslı’ya hatta ağaçlar ve kuşlar bile. O gün hiçbir zaman olmadığı kadar farklı esiyordu rüzgâr, kuşlar duyulmamış ağıtlar yakıyor deniz tüm nefretini karaya kusuyordu. Toprağı dövüyordu köpüren sular. Belki yetiştirmeye çalışıyordu elini kolunu o cani yabancıya ama nafile. Tüm köyün hatta gücünün her şeye yeteceğini düşünen İsmet’in dahi çığlıkları bir şeye yaramıyordu. Çaresizlik köyün üzerine çöktü. Köydeki herkese sevgiyle dokunan onların kalbinde yer eden Aslı, şimdi herkesten ayrılıyordu. 

Dördüncü gece ismet battaniyesini alarak mezarlığa indi. Aslı’nın mezarının yanına uzandı ve ona onu ne kadar sevdiğini anlatarak uyudu. Yine de bir şeyler eksikti. İçinde Aslı’nın varlığını hissedemiyordu. “Yeterince yakın değil.” dedi İsmet. Beşinci gün İsmet, Aslı’nın mezarının yakınındaki boşluğa bir çukur kazdı. Annesinin ördüğü battaniyeyi üzerine örttü ve gece Aslı’nın mezarına dönerek uyudu. Uykuya dalmadan önce “Hâlâ yakın değil.” diye sayıklıyordu.

Altıncı gün hava kararıncaya kadar fenerin tepesindeydi. Erzakları bitmek üzereydi. Köylüler ise Muhtar ve ailesi ile ilgilenmekten İsmet’i unutmuştu. Ne bazlama ne de bir çanak yemek getiriyorlardı. Açlığına rağmen İsmet fenerden bir adım atmak istemiyordu. Sadece düşünüyor, birkaç zeytin yiyor ve sigara içiyordu. Yaşadığını hissetmiyordu o günden beri İsmet. Bu bildiği yaşamak değildi. Bir şeyler eksikti içinde o eksikliği dolduracak şey ise sonsuza kadar gitmişti. Aslı giderken birçok şeyi de beraberinde görütürmüştü kuşkusuz ama en gerekli olduğu şey İsmet’in yaşamıydı. Aslı gidince İsmet ne denizde ne çayda ne de tütünde yaşamaya değer bir şey göremiyordu.


Düşüncelerinde hiçbir zaman ölüm yoktu İsmet’in. Ona göre güzel ve mutlu olan şey ölmezdi ama hayat bunun en acı şekilde mümkün olduğunu İsmet’e göstermişti. Şimdi ise her gece Aslı’nın mezarı yanına kazdığı çukurda uyuyordu. Geceler gündüzleri kovaladı, doğa yaşadı, kuşlar ağıdına devam etti, İsmet her gece bir karış daha yakınlaştırdı çukuru. ‘’Hâlâ yakın değil!’’ dedi son sabah. O gün otların arasında bulduğu uğur böceği gibiydi Aslı, yalnızca insanın elleri ona kutlu bir yer olmaktan çok demirden parmaklıklar olmuştu. O sevgisiz eller Aslı’yı İsmet’ten ayırmıştı. Ne yaparsa yapsın yakınlaşamayacağını anlayan İsmet bir gece Fenerin tepesinde sigara içerken Aslı’nın mezarını izlemeye koyuldu. 

 

 Yine tarlanın işeriyle uğraştıkları bir gün Aslı, İsmet’in yanına gelmiş ve kuşlara bakmasını istemişti. Hep tatlı bir kıskançlıkla izlerdi Aslı kuşları. Her yere uçabilecek özgürlükteydi onlar. Ne sorumlulukları vardı onları bir yere bağlı kılan ne de kimlikleri. sınırlar onlar için yalnızca kanatlarının gücüydü. O gün İsmet çocuksu bir düşünce ile sırf Aslı’nın gözünde büyütmek için kendini, ‘’Bir gün ben de uçacağım.” dedi. Aslı gülerek, ‘’Nasıl olacakmış o bakalım İsmet bey?’’ diye sordu. İsmet ‘’Bilmiyorum.’’ dedi. Bilmiyordu gerçekten nasıl uçabileceğini ama buna inanmıştı. 

 

 Şimdiyse metrelerce yüksekten onun mezarına bakıyordu İsmet.

Sigarasını attı. Cebinden Aslı’nın fotoğrafını çıkardı. Her zamanki gibi onu öptü ve cebine geri koydu. Ardından bedenini fenerden aşağıya bıraktı. Bir an uçtuğunu hissetti. Bir an her şeyin geçtiğini. Bir an İsmet, Aslı’ya yeterince yakın olduğunu hissetti.

‘’Yeterince yakın!’’ dedi İsmet. Ölüme ve yaşama, sevgiye ve aşka, gülüşe ve güzelliğe, ‘’Yeterince yakın!’’