Çapsız bir günden yazmaktayım bu satırları. Artık içimde de yazmak adına tek bir metanet kalmış da değil. Nereye baksam birden, gözlerime perdeler asılıyor. Açmamı bekliyormuşçasına güneşi doğuruyor. Ah Tanrı... Ah Tanrı... Aydınlıklar, aydınlıklar... Nesiller hep geri kalmışçasına.


Korkuyorumdur he belki de ilk defa. Ansızın ölümlerden, içimdeki o huzuru bilememekten. Hatta dandik bir kağıt ile uçurtmayla yağmurlara uçurduğum bugünden.


Seni özledim, demek geliyor içimden. Ne kadar da uzun zaman olmuş seni yazmayalı, portreme sığınmayalı. Hep aynı son zaten; yalnızlığı beslemiş önce bir keman sesi, sonra hafif demlenen uykusuz gözler ve de ucuz bir duvar saati.


Belki yıllar sonra karşılaştığımızda vakit geçmemiş olursa henüz dilenciler sokağa inmemişken, pastanelerde sıcak poğaça kokusu acıktırmamışken emek için yürüyenleri... Sana bu günceyi verir, sadece tek sigara ile yoluma devam eder, bir daha da içmemek için bozulacak yemini ederim. 


Neden o kadar yazıyorken seni tasvir edemiyorum? Padişahlarımın bile silüetleri mevcutlanmışken nasıl olur da seni çizemem?


Yakıp yıkmaktan mı korkuyorum yoksa bir zamanlar kitap kapakları arasında sıkışmış olan gençliğimi melodi üzerinde gezindirirken içimdeki seni söyleyememekten mi?


Galiba...

Bu sefer...

Seni sevmekt...


"Ah yeminler...

Yeminler.

Hep bozulan! 

Hep tövbe edilen. 

Tekrar tekrar yazılan 

Yeminler." 

Ve sen

Öyle mağrur

Öyle hicapsın, 

Bitap parmağımın ucunda. 


Tamam Uyweoy! Kendine gel artık... Yüzündeki çapağı kır ve kabuğundan çık.