Sert bir rüzgar esti. Rüzgarın içinde yankılanan uğultu eşsiz bir konser verdi dinlemesini bilenlere. Sadece duyanlar ise yüzlerini buruşturup üstlerinde bulunan cansız kıyafetlere sarınmaktan öteye gidemedi. Sonra yerde biriken dalları havalandırdı rüzgar. 


Yer yer paslanmış ve munis bir görüntü sunmak için uçuk pembeye boyanan binanın aksine katran karası kapı gıcırdadı canhıraş bir sesle. Ucu bucağı görünmeyen ve bakanlara nereye kadar uzadığı hakkında bir tahmin hakkı sunmayan yolun hemen kenarına iliştirilmişti koca bina. Hazırlatılıp bu yola eskaza bırakılmış gibi bir görüntü sunuyordu yoldan geçenlere. Öyle ait değildi yola, hatta şehre. Bu koca binanın içi ise yüzlerce yıl yaşamış bir insandan katbekat fazla yaşanmışlık barındırıyordu. İçeri girmek istemeyenlerin tedirginliğini, içeridekilerin umutsuzluğunu, dışlanmışlığını ve insanlığın nefretini... Ama mutluluğu değil; neşeli kahkahaları, umutlu bakışları, aşkla çarpan yürekleri değil. 


Binanın dış duvarları kat kat boyaya rağmen yer yer aşınmıştı, yorgunluğunu belli edercesine dökmüştü boyasını. İçeride ise odaların, duvarların ve hatta kapı ve zeminin rengi bile aynıydı: Beyaz. Dışarıya binayı sevimli gösterme kaygısını içerisi için gütmemiş olacaklar ki tüm bina aynı kişi tarafından dakikalar içerisinde boyanmış gibi bembeyazdı. 


Beyaz zemine uyumlu ayaklarını sürte sürte girdi odasına. Dakikalardır küçük camdan dışarıyı izlemenin etkisini yeni hissediyormuş gibi titredi aniden. Bulduğu en kalın hırkayı geçirdi sırtına. Herkesin aksine bir şeyler giymek zor işti onun için. Kollarından geçirdiği kumaşı sırtına yerleştirmek ve ruhundaki sızıyı görmezden gelmek için aklını yitirmiş olması gerekirdi. Zaten çok da farklı sayılmazdı ya... 


Cam kenarındaki yatağına uzandı. Yüz üstü... Sırt üstü uzanmayı denemedi bile. Yapamayacağı şeyleri bilip ona göre yaşamayı öğrenmişti. İyi bir öğrenci olmuştu her zaman. Hayatın kendine öğrettiklerini can kulağıyla dinlemiş ve çarçabuk öğrenmişti, öğrenmek zorunda kalmıştı.


Yüzü dakikalardır yatmanın hakkını verircesine yastığın şeklini almıştı. Bir saate kadar kapısına dayanacak kişilerin olduğunu bildiğinden odadan çıkmayı eledi kafasında. Sıkıntılı bir nefes alarak kalktı ayağa. Pürüzsüz duvarın önüne kadar geldi önce. Sonra beyaz duvar bir aynaymışçasına düzeltti saçlarını. Kehribar rengi gözlerini örttü göz kapakları. Titreyen elleri usulca yükseldi, sol omzunu buldu önce, sonra birkaç santim ilerledi, çıkıntıyı bulunca daha da titremeye başladı. Sırtında boydan boya dolaştırdı ellerini. Omzunun hemen altında başlayıp bitimine kadar devam eden çıkıntı oradaydı. Tüm gerçekliğiyle oradaydı ve gitmeye hiç niyeti yoktu. Nasıl ki bir sabah aniden gelip yerleştiyse aniden gideceğini ummaktan başka ümidi yoktu. Hırsla açtı gözlerini. 


"Kahretsin! Orada işte orada. Deli değilim ben!" 


Bu yersiz feveranın kime olduğu meçhuldü. Onu bu hale getirenlere mi, onu anlamayan ve bu binaya atanlara mı, yoksa gün aşırı gelip ilaç içirenlere mi? 


Herkeseydi aslında. Herkesin üstüne alınması gereken bir çığlıktı bu. Anlamayan ve toplum tabularıyla yaşayan herkeseydi. Yormadan, yıpratmadan yaşamına devam etmeyi bilmeyenlereydi. 


Çığlığı ile odanın kapısı açıldı ve hiçbir şaşkınlık emaresi göstermeyen yüzler girdi odaya. Feveranı, bir saat sonra gelecek olanları erken getirmişti sadece. Kollarına giren iki kişi onu başka bir odaya getirip geri döndü. Yol boyunca bu koca binanın diğer sakinleriyle karşılaştı. Eliyle sürekli saçlarını okşayan amca gibi... Eksikliğini hissettiği şefkati kendinde bulması onun suçu muydu yani? Sonra hemen arkasında gördüğü topallayan kadın... Doktorlar sorununun tamamen psikolojik olduğunu söylemişlerdi. Ne yani, onun ruhundaki yarayı bir tek o mu görüyordu? Sonra o... Öksüren kadının sesiyle sıyrıldı düşüncelerinden. Kırklı yaşların sonundaki bir kadının karşısına oturdu. 

Kimdi o? Psikolog mu? Hayır, hayır, psikologlardan beyaz önlükle ayrılanlardandı o. Hani şu tıbbiye okuyanlardan. 


Duvardaki saate baktı, cansız fakat odaya renk katan tek şey olan çiçeğe baktı ama karşısındaki kadına bakmadı. Saatin tik taklarını dinledi, camın ardındaki böceklerin seslerini dinledi ama karşısındaki kadını dinlemedi. Onun nefret dolu söylemlerini de kendini yalanlamasını da dinlemedi. Ama kendini tutamadı ve ilk defa lanet etti onu buraya mecbur bırakanlara. 


Tekrar, odasına başı eğik bir şekilde geldi. İlk gözüne çarpan şey camının ardındaki eski demir korkulukların yenilenmek için çıkarılmış olduğuydu. Ne gerek vardı ki sanki o demirlere? Beşinci kattan kaçabilecekmiş gibi. Ya da odasındaki kamerayı fark etmediğini falan mı sanıyorlardı? 


Küçük masasını açık camın kenarıyla birleştirdi ve kapıya doğru dönüp oturdu. Dakikalar sonra aralandı kapı. Kapıdan giren heybetli beden arkasından gelenlere yalnız kalmak istediğini söyleyip kapattı kapıyı. Yavaşça yaklaştı masanın üstünde oturan bedene. 


"Gölge... Bak ben geldim." 


Sesi o heybetli bedenden çıkamayacak kadar yumuşak ve sevecendi. 


"Neden geldin Hemdem? Beni almaya geldiğini sanmıyorum. Beni buraya atmışken geri almazsın ki!"



Zevahirde mutlu görünen yüzü asıl olan şekilde hüzne bulandı. 


"Anlamıyorsun Gölge, anlamıyorsun, ben senin için... Neyse zaten bir kelime fetişistiyle söz dalaşına girmek istemem." 


Ellerini masanın üstünde oturan bedenin dümdüz sırtında gezdirdi. Sanki onun iddia ettiği çıkıntının yokluğunu ispatlarcasına. Ve tekrar sahte bir gülümseme... 


"Anlamıyorum öyle mi? Asıl sen anlamıyorsun. Bana sordun mu? Bir kere olsun bana buraya gelip gelmek istemediğimi sordun mu? Şu sırtımdaki lanet kamburu bir siz göremediniz Hemdem. Varlığını sana nasıl ispatlarım ki? Sen benim ruhuma dokunamamışken, ruhumu hissetmemişken nasıl ispatlarım?" 


"Geçecek Gölge, geçecek." 


Sinirle ayaklandı masanın üstünde. 


"Yoruldum Hemdem, yoruldum. Sırtım kambur benim. Artık hiçbir şey yüklemeye takatim yok. Gideceğim." 


Elleriyle yüzünü sıvazladı bedenlerden heybetli olanı. İnanmayan gözlerle baktı karşısındakine. 


"Nereye gideceksin Gölge?" 


"Gideceğim Hemdem. Ben gölgeyim unuttun mu? Gölgeler karanlıkta kaybolur. Ve sen beni karanlığın en dibine ittin."


Sözler dudaklarını terk eder etmez bulunduğu masadan geriye doğru süzüldü küçük beden. 



O koca bina için ne ilk ne de tek intihardı bu. Toplumun kabullenemediği, dışlanmış bedenler yitip gitmeye devam ediyordu bir karanlık köşede.