(Çölleri geçen seyyahlar gibi uzun zamandır yollardaydı… İnsan bedeni nedir, unutacak kadar ağzı köpük köpük olduğu zamanlar da oluyordu. Kimi zamansa bir parça damlanın değerini bilecek ve teselli olacak zamanlar da… Yaşamını devam ettirmesi için önemliydi bir beden bulması. Yoksa saf bir “fikir” ancak Tanrı’da bulunurdu, aslında bir fikir de Tanrı’dan kopma bir parçadır, değil midir? Aynı sevgi kavramı gibi...
Bir bebek için memede süt neyse onun için de insan bedeni oydu. Onu besleyen ve yaşamasını sağlayan olguydu beden. Zaman kavramı yoktur fikir için, tek amacı değişimdir ve bunun nasıl yapılacağını düşleyerek ilerler.
Bir nal deyimi vardır aslında: “Bir çivi bir nalı, bir nal bir atı, bir at bir yiğidi, bir yiğit bir memleketi kurtarır!” Aynı bu söz gibidir onun amacı. İnsanın içine girerek insanı değiştirmektir en büyük amacı. Bir insan değişirse insan da var olduğu toplumu, toplum ise “saf bilinç yoluna erişmeye çalışırken’’ dünyayı değiştirir.
Ve kendilerini tarihin gizli sayfalarından görebilirsiniz. Tekrar ediyorum, onun için zaman kavramı yoktur, zamanın da ötesi bir kavramı vardır kendisini tanımlarken. Tek derdi değişim ve ilerlemek. Bu hikaye 21. yüzyılın ilk zamanlarında geçmektedir! Ama tek kusuru da hazır olmayan toplumların onu şeytana benzetmeleridir çünkü insan anlamlandıramadığından korkar! Bilgiye hazır olmayan toplumlar yok olmaya mahkumdur. Ama insanlar bunu da bilmezler, kendi cahilliklerinden kaçmak için hayal güçlerindeki korkulara sığınırlar. İşte böyle bir hikayedir bu sevgili okuyucum…)
Fikir; şehre yapayalnız, yorgun ve bitap halde yalpalayarak girdi. Aylardan kasımdı belki de aralık. Fikir bir bedene nüfus etmediği sürece kendini tamamlayamazdı. Fikir’in gelişini gören insanlar evlerine kaçıştılar, esnaf kepenklerini erken saatlerde indirdi. Kimi işini gücünü yarım bırakarak, kimiyse bilmediği korkularını dört duvar arasına taşımayı tercih ederek sokuldular evlerine. Yani genel anlamda şehrin tüm insanları havanın kararmasına bile beklemeden fareler gibi evlerine kaçıştılar. Bu şehrin insanları da diğer şehirlerden gelen gezginlerden duymuştu Fikir’in olgusunu.
Islak kaldırımlardan, kutu gibi evlerde saklanan insanlardan ve şehrin pisliğini örten sislerin içinden geçti Fikir bir hayalet gibi. Ulu bir çınar ağacının altındaki bankı evi gibi belleyen şarapçıya sokuldu ilk. O da Fikir gibi yapayalnızdı, insanlar ikisini de dışlamıştı şimdiden. Yanına yaklaştığında bankın kenarında biten şarap şişesini gördü Fikir. Şarapçının bir elindeyse sımsıkı sarıldığı yarım şarap şişesi duruyordu. Şarapçının yanakları al al olsa da bedeni soğuktan ve kimsesizlikten hafif hafif titremeler geçiriyordu. Fikir çıkardı üstünde olmayan paltosunu, örttü şarapçının üzerine. Şarapçı, kafasını kaldırıp kısık gözlerle Fikir'e bakıp önce gülümsedi; sonra yarım şişe şarabını büyük hürmetle uzattı. Fikir de gülümseyerek karşılık verdi. Ve şarapçıyı hafif baş selamıyla kendi haline bırakıp şehrin içine daldı.
Şehrin kalbine doğru ilerlerken titriyordu her yeri, belki de olmayan paltosunu verdiği içindi bu, belki de girecek bir beden bulamayışındandı. Kuytu köşelere sığınmaya çalışıyordu yağan yağmurdan biraz da olsa korunmak için. Tam o sıra bir gölge, sokak ışıklarından dolayı bir uzayıp bir kısalıyordu Fikire’e doğru gelirken. Dikkatli baktığında Fikir, yağmurun bile sigarasını ıslatamadığı bir adam gördü. Adam bir yetmiş boylarında, hafif pembemsi yanakları, düşündükçe kalkıp inen kaşları, yusyuvarlak suratıyla tıknaz bir adamdı. Üstünde hafif bir parka, siyah ve bol cepli bir iş pantolonu, ayakkabıları ayaklarıyla yol aşındırmaktan mıdır bilinmez ama burnu eskimiş ve rengi adeta kahvenin pembeye dönüşmüş haliydi. İki dudağının arasında emzik gibi taşıdığı sigarasıyla sokağı boydan boya geçiyordu.
Adam fark etmese de Fikir'i, o hep hazırdı bir köşede. Usulca sokuldu Fikir adama, arkadan tuttuğu gibi yere çaldı. Sokağın sonundaki köpekler ıslak gözlerini ve ıslak kulaklarını sesin geldiği yöne dikip bu olay sonuçlanana kadar acı acı havladı. Birkaç dakika boğuşmadan sonra Fikir galip gelmişti! Almıştı artık bedeni eline. Sadece bedeni değil, bedene girdiğinde de hayatını almış oluyordu. Köpekler acı acı havlamaları kesmişti bir anda. Şimdiyse köpeklerin dikkati önlerinden geçen ezeli düşmanının, yani kedinin peşindeydi.
Bu görüntüyü sadece köpekler değil, belki de bütün şehir izlemişti. Bütün şehrin ışıkları sanki tekrar yandı. Kutu gibi evlerden derin bir “oh” bile çekmiştir hatta. Kilit üstüne kilit vurduğu evleri tekrar açmışlardı insanlar. Artık kilitler sadece insanlar için değildi, hazır olmadıkları her şeyi temsil ediyordu onlar için. Hazır olmadıkları ne varsa onlardan da koruyordu bu kilitler. Daha bilmiyorlardı, kendilerini koruyacak hiçbir kilit yoktu aslında kafalarında olanlar için.
Yirmi-otuz adım gitti gitmedi ki bizim tıknaz adam yere kapaklandı. Kapaklandığı yerde bozuk kaldırımların yer ettiği yağmur birikintisi vardı, onun tam da içine düştü. (Dışarıdan bakıldığında bu aslında komik bir olaydı.) Fikir bu bedeni beğenmedi.
Adamın kafasında, karısının onun aldattığı ve bunun bedelini de onu öldürmekte düşlediğini gördü. Adamın karısının hakkında, pazar yerlerinde ve çalıştığı iş yerinde dedikodular almış başını gitmişti. Adamın evinin önüne bir genç adam dadanmış ve adam ne zaman işe veya bir alışverişe gitse bu genç usulca görünüp ufak adımlarla apartman kapısından içeriye sızarmış…
Artık adam bu dedikodulara dayanamayıp vardiyalı gittiği işten izin alıp da adamla karısını basacakmış güya. Her ihtimale karşı da bankada zor günler için bulundurduğu üç kuruş parasını çekip ufak bir tabanca almıştı. Korkutmak geçiyordu içinden bu silahla ama o anki deliliğine göre de vurabilirdi genç adamı ve karısını.
Aslında olay adamın düşlediği gibi de değildi. Üst katta oturan komşusunun bir kızı vardı. (Bu kızın babası erken yaşta vefat etmiş, sadece annesiyle yaşıyordu bu evde.) Genç adam, kızın annesi işe gittiğinde kimseye ses etmeden kızın evine çıkıyormuş...
Fikir, adamın içinden çıktığından adam yere kapaklanmıştı. Adam yerden kalkıp hala sönmeyen sigarasına tekrar asılıp, tıknaz yanaklarını düşüncelerle döndürüp, içindeki dumanı sala sala, bir tren edasıyla yoluna devam etti.
Fikir aslında etkilenmişti bu durumdan. Yağan yağmura bağışlamıştı olmayan gözyaşlarını. Çıkardı olmayan mendilini, sildi olmayan gözyaşlarını.
Yürüdü biraz Fikir de, yoksa isyan edecekti tüm insanlara; tüm birbirinin benzeri şehirlere, kapılarına kilit üstüne kilit vurmuş insanlara!
Bu durumu duyanlar ise ilk onun “bilinmez bir lisanda’’ konuşarak sokaklar boyu dolaştığını söylediler.
Hatta bununla kalmadı Fikir, yorgun gözlerini havaya kaldırıp “Hepsi senin suçun! Beni mahkûm ettiğin insanların kalplerini görsen keşke! Görseydin de onları göndermeseydin bu dünyaya!’’ diye bilinmez bir yere seslenmiş, hıçkırarak ağlanmış, bir takım debelenmelerle yerlerde yuvarlandığını bile söylediler.
Fikir, insanların içinde olmayan sevgiden bıkmıştı; usanmıştı ve iyi bir ruh arıyordu sadece. Onların içinde var etmek kendini yeniden, hepsi buydu onun için. Fikir bu olayı zor atlattı tabii, geceyi geçirmek için kuytu köşe bir yer aramaya koyulsa da bulamamıştı ne yazık ki. Gözüne kestirdiği büyükçe bir çınar ağacına tırmanmakta buldu kurtuluşunu. Ağaçta pinekleyen bir karganın kanatlarının arasına girerek burada sabahı etti.
Güneşin ilk ışıkları insanları tekrar sokaklara döktü. Artık Fikir’in varlığını bile unutmuştu insanlar. Bu varlığı unutturacak yaşam vardı çünkü önlerinde, aynı ölümü yaşarken unutmamız gibi. Atların homurtuları ve at arabalarının tekerleklerinin çıkardığı gürültülerle kaçıştılar kargalar çınar ağacından. Fikir de uyanmak zorunda kaldı bu yüzden. Kaçırmasaydı bu şehrin bir takım sesleri kargaları, uyanacağı da yoktu esasen. Uyanınca da tekrar bir beden arayışına koyuldu. Şimdi biraz daha gözlem yapmak istiyordu, biraz daha temkinli yaklaşıp içine girecek doğru bir beden istiyordu.
Çınar ağacının altından geçen iki kadını kestirdi gözüne. Kadınlardan birini incelemeye başlamıştı çoktan. İncelediği kadın alacalı bir şalvar giymişti, giydiği şalvarla da yeri yalarcasına yürüyordu, aslında yürümüyordu, sürükleniyordu hayatın içinden adeta. Şalvarın altındaki lastik ayakkabılarının sağ ayağı yırtılmış, oradan da hafifçe taşan çetiklerinin yaması görünüyordu. Üstünde şalvarının rengine uygun bir kazak, onun üstündeyse kafasını örten şalı… Kaban olarak kullandığı, rengi atmış siyah feraceyle yolu boydan boya yürüyordu. Diğer kadının elbiseleri de buna benzerdi ama sadece lastik ayakkabıları yeni gibiydi.
İki kadının peşlerine takıldı Fikir bütün şehri boydan boya, adım adım gezdiler neredeyse. İki kadın da en sonunda bir terzinin önünde durdular. Lastik ayakkabıları yırtık olan kadın hafifçe başındaki şalı kafasından geriye doğru salarak derin derin nefes alıyordu. Bir yandan da terzi dükkanının vitrininde duran gelinliğe bakıyordu. Bu gelinliği terzinin müşterinden biri getirmişti birkaç ay önce, gelinliğini daraltmak istiyordu. Sonra müşteri gel zaman git zaman gelinliği sormamıştı, belki de müşterisinin evleneceği eşiyle arasında sorun çıkmıştı, nikah masasına oturmadan her şey bitmişti belki de... Olan sanırım terziye olmuştu, yaptığı gelinliğin parasını alamayınca vitrine koyup satılığa çıkarmıştı. Bu iki kadın da kendilerini mutlu bir hayalin içine bırakmıştı gelinliği izlerken.
Lastik ayakkabısı yırtık olan kadının adı Gülümser idi, diğerinin de ismi Ayşe. Gülümser’nin başından bir evlilik geçmişti, hatta çocuğu bile olmuştu. Çocuk dört yaşına basmadan babası evi terk etmişti. Kimileri der ki “Kumar borcu yüzünden kadını ve evi terk etmiş.” Kimileriyse “Bu çirkin kadının yüzünü görmeye dayanamamış ve evi terk etmiş.” Gülümser pek de güzel bir kadın değildi açıkçası. Kocaman burnu yüzünün tamamını oluşturuyordu. İçeriye göçmüş gözleriyle bir ölüyü andırıyordu adeta. Gülümser’in hayatı ismi kadar talihli değildi tabii, evlendiği zamanlar bile bir kuşku düşürmüştü içine. Bu adam bende ne buldu demişti hatta.
Bu kuşku uzun zamanı bulmamıştı, kocası yan sokaktan görüştüğü bir kadınla kaçmıştı buralardan. Şimdi ise Gülümser’in sadece tutunacağı bir çocuğu vardı. Çocuğuna bakmak zorundaydı artık ve birlikte bu hayatın üstesinden gelmek zorundaydılar. Her gün dur durak bilmeden şehrin öbür ucundaki fabrikaya arşınlar ve gün boyu burada çalışırdı. Bazen de mesaiye kalıp derin hayallerle günü bitirirdi. Gülümser ve Ayşe terzi dükkanının vitrinindeki gelinliğe bakarken Fikir sokulup hafif bir esinti edasıyla girdi Gülümser’in bedenine. Hülyalara dalan Gülümser bu durumu hiç fark etmedi bile.
Gülümser’in çirkinliği bütün şehrin dilindeydi, neredeyse bu yüzden alay konusu olmuştu. Bunu bildiğinden Gülümser alay eden mahallelerden saklanır, farklı yollardan fabrikaya giderdi veya farklı yollardan eve dönerdi.
Evlilik ve mutlu bir yuva hülyalara dalarken farkında olmadan kalabalık bir caddeye sapmıştı. Şimdiyse bütün gözler Gülümser’e çevrilmişti. Alaycı bakışlarını Gülümser’in üstünden eksik etmiyordu da ahali. Bu alaycı bakışlarından kaçmak için adımlarını hızlandırdı. Bir ara ıslak kaldırıma bastığında ayaklarına dolan suya bile aldırmadı. Kafasında sadece “uzaklaşmak istiyorum bu kalabalıktan’’ düşüncesi vardı.
Bunlar olurken kalabalıklardan biri sıyrılıp geldi Gülümser’in karşısına. Gülümser’e açılarak onu “sevdiğini” söyledi. Gülümser adamın bu sözlerinden dolayı şok geçirse de bu etki kısa sürmüş olmalıydı ki adamı baştan aşağıya süzmeye başlamıştı. Adamın sol ayağı hafif topallıyor, üstü başı temiz olsa da sol kolu bağımsız bir takım garipliklerle bu adama ait değilmiş gibi izlenimler veriyordu. Üstüne giydiği ceket düğmeleri kopmuş ki her düğmenin içinde farklı farklı renkli ipler görünüyordu. Heyecanlandığından mıdır bilinmez, konuşurken kekeliyor, bazı kelimeleri çarpık dişlerinin arasından güçlükle çıkartıyordu ağzından.
Fikir beğenmişti aslında bu adamı, Gülümser’i de beğenmişti ama Gülümser’e her baktığında şaşırıyordu... “Bu kadar çirkin bir bedenin içinde bu kadar güzel ruh, ne işi vardı?’’ diyerek düşünüyordu istemsizce…
Fikir sevinç içindeydi: “Bu kadının yüzüne bakacak birisi çıkmıştı işte!’’ diyerek yerinde duramıyordu adeta. Fakat Gülümser’in ruhu bir anda kararmıştı, Ayşe’yi hafifçe dürterek “Beni beğene beğene bir topal beğendi, üstüne de kekeme!’’ Ayşe hafifçe Gülümser’in arkasına çekilerek kıkırdadı. Hala adam kendini kekeleyerek anlatırken Gülümser adamın kekeme taklidini yaparak bir çığlık gibi yüksek kahkahasını koyuvermişti… Bütün şehrin evleri bu kahkahayla boğuldu. Şehrin bütün pencereleri, bütün kapıları, bütün çatıları, bütün su birikintileri zangır zangır titremeye başlamıştı. Bırakın şehri, şehrin diğer ucunda bulunan hapishaneye kadar bile ulaşmıştı. Söylentiye göre bir mahkumun dar ağacındayken tabure yerinden oynamış. Öyle şiddetli kahkahaymış ki bu, mahkumun idamına dakikalar kala altındaki tabure yerinden oynayıp mahkumun altından kayıvermiş. Boynundaki ilmek hafif bir meltem rüzgarı gibi gelmiş olmalıymış ki mahkuma gülümseyerek oracıkta can vermiş... Tüm bunlar olurken gardiyanlar ise mahkuma daha son istediği soramamıştı üstelik!
Fikir, Gülümser’in içine girdiğine bin pişman olmuştu. Fikir yere tükürerek “Bir beden kendinden güçsüz bir beden görünce hep aşağılar! Ruhun güzelliğinin önemini görmeyecek kadar körleşti bu insanlar!’’ diyerek söve saya uzaklaştı oradan. Şehirden ve içinde bulunduğu insanlarda aradığını bulamamıştı, derin bir çöküşteydi Fikir ve bu şehirden çıkmak istiyordu sadece.
Yine yalnız başınaydı Fikir, yine mahkumdu bu lanetlenmiş kaderine. Ağlayarak bu şehirden uzaklaşmaya karar verdi. Bu defa ağladığını kimseden kaçırmıyordu, üstelik var olmayan mendiliyle de silmiyordu gözyaşlarını...
Ağlaması hafifçe dinmişti ki tatlı bir esintiyle gelen gülüşmeler çalındı kulaklarına. Fikir kafasını kaldırıp koşturmaya başladı gülüşmelerin geldiği yöne. Öyle bir umut ve hırsla koşuyordu ki neredeyse ağzından köpükler çıkacaktı. Geldiği yer şehrin ilkokuluydu, biraz daha yaklaşınca ilkokul bahçesinde gülen, oynayan çocukları gördü. Fikir bu defa bütün ön yargılarını bırakıp girdi çocuklardan birinin içine. Öyle mutluydu ki Fikir! Çocuklar gibi heyecanlı, çocuklar gibi neşeli, hatta çocukların oyunlarına dalıp kendi varlığını bile unutacaktı neredeyse...
Çocuklar oyundan başka hiçbir şey bilmezken acı acı ziller çalındı, bu okulun zilleriydi. Okul binasının önüne şen şakrak dizildiler hep birlikte. Marşlarını ve yeminleri korkusuz ve çığlık çığlığa söylerken Fikir şen şakrak olduğundan umursamadı marşların neden okunup neden söylendiğini...
Çocuklar sınıflara dağılırken büyük büyük gölgeler ayrı ayrı sınıflara dağıldı peşi sıra. Bunlar öğretmen deniliyordu… Birtakım dersleri çocuklara kendilerince anlatıp kimi zaman içlerine korku saldılar, kimi zamansa olmayan bir Tanrı’yı yaratıp çocukların kendileri gibi ona inanmasını istiyordu bu koca gölgeler.
Çocukların anlamadığı bir dilde konuşarak, (Bu sevgi dili değildi.) sözlerini ayrımcılığa getirerek, “insanların birbirinden farklı olduklarını’’ özetlediler. (Bu ayrımcılığı kimi zaman bedende, kimi zaman düşüncede gösterdiler.) Fikir tatlı uyuşukluğundan hemen uyanıp bu dersin daha nereye gideceğine kulağını verdiğinde ise duyduklarına inanmadı! “Diğer şehirlerin güçsüzlüğü, tek akılcı ve saf ırkın bizler olduğunu ve bu ırkın dünyayı yöneteceğiydi...’’
Çocukların tabii aklı karışmıştı çoktan. “Bizden başka şehirler mi var?’’ diyerek kendi aralarında ufak bir kaynaşma bile yaşanmıştı. Dersler ilerledikçe kendi arkadaşlarına bile düşman olmayı öğrendiler… Oyunlarına, kendi arkadaşlarını bile katmamaya başladılar... Çocuğun içinde olan Fikir ne yazık ki gülüp geçemedi bu derslere. Çocuğu kurtarmak istese de ruhu yavaş yavaş kirleniyordu, silikleşip gölgeleşiyordu. Kurtarmak için uğraşsa da ne yapabilecekti ki? Hadi kurtardı diyelim! Şehirdeki insanlardan uzaklaşacaktı bu defa bu çocuk ama hala o bir çocuktu, sadece fikirlerle değil, oyunlarla da büyüyecekti.
Fikir, buradaki çıkmazı anlayıp sesli düşünmüş olmalı ki “Burada vaktim doldu!’’ derken bu mırıldanmayı çocuk duyduğu gibi anlatmak istedi sağa sola. Hatta derste hocasına heyecanla bu olayı anlatmak istese de hocası söz vermedi çocuğa.
Hatta hocaların hepsi tek tek susturdu bu çocuğu.
Bir çocuğun sözünü büyükler neden dinlesin ki? O masum dili unutmuşlardı çoktan.
Fikir en iyi bildiği şeyi yaptı, çıktı tüm bedenlerden! Uzaklaştı şehrin tüm insanlarından. Yorgun gözleriyle bir kez daha baktı arkasında bıraktığı şehre. Ve usulca iki yanağından öptü şehri olmayan gözyaşlarını umursamadan.
Fikir, geride bıraktığı şehirden yalpalayarak çıktı.