Sokağın başındaki köhne apartmanın balkonlarından birinde, belinden aşağısını sarkıtmış, bir kolunu demirliklere yaslamış bir elinin zarif parmaklarıyla sigara tutan gençten bir kadın var. Kafamı yukarı kaldırdıkça dudaklarından çıkıp karanlık geceye karışan sıcak nefesine şahit oluyorum. Boğucu ve sıkkın havada ben de derin bir nefes çekiyorum içime. Arada sırada bir arabanın motor sesini ve loş farlarını hissedip kenara geçiyorum, arkamda birkaç saat önce dinen yağmurun ıslattığı betonda sakin ve ıslak adımlar atan bir köpek. Müstakil bahçeli evin kapısına tünemiş kedi, beni görünce gözlerini dikiyor üstüme sonra hiç beklemediğim bir anda dört ayağının üstüne zıplayıp bahçenin arkasına dolanıyor. İstediğim hiçbir şeye kavuşamadığım ömrüm kadar uzun olan bu sokakta saatlerim geçiyor belki de. Islak köpeklerin titreyerek geçtiği bu sokak, şimdi bana ait. İçimdeki fırtına yüzüme vuruyor ve sonunda yağmaya başlıyor soğuk yağmur. Şimdi yine yorgun hatıralarım hücum ettiğinden iç dünyamda ortalık karıştı. Bu ıssız sokağa inat fikir meclisimde şenlik var. Falan zamanki benle filan olaydaki ben karşılıklı oturmuşlar münakaşaya tutuşuyorlar. Gençliğim her bir hatasını tecrübe kılıfı giydirerek aklamaya çalışırken şimdim bin pişman. Aktörü olduğu hayatın başkahramanı olamamakla yakınıyor, sitem dolu yüreği, neden kendine ait gerçek değerler bulamadın ki diyor. Bu kadar mı zordu kendi yaşamını sürmek?


Belki tüm gece gitmemek için mazeretler uydurup durduğum evimin kapısındayım. Caddede arabalar yavaştan çoğalıyor. Kaldırımda elleri cebinde, omuzlarını yukarı kaldırmış, Ankara'nın ayazından sakınmak için montlarına sinen insanlar var, kimi servis beklerken yanlarına sokulan iş arkadaşlarına bir baş selamı verip sigara yakıyor kimi telaşlı adımlar ile otobüs durağına doğru ilerliyor. Ben ise hâlâ kaçıyorum içeri girmekten apartman girişindeki üç basamaklı tıknaz merdivene çöküyorum, merdiven iki duvarın arasında kaldığından soğuğu kesiyor biraz. Ceplerimi yokluyorum elimle; bozuk para, birkaç fiş, kullanılmış yemek kuponları ve arabanın anahtarı. Araba... Elim arka cebimde, duraksıyorum arabayı nereye park ettiğimi anımsayamadığımdan telaşla park hâlindeki arabalara bakınıyorum. Doğru ya, orada işte! Gerisin geri olduğum yere çöküp sigara ve çakmağı türlü zahmetlerle ve alabildiğine yavaş bir şekilde arayıp buluyorum. Sonra oturduğum apartmanın ilk talihsizi çok da mühim olmayan işi için kapıdan çıkana dek orada bekliyorum. Gelenlere gidenlere bakarken zihnimin içindeyim. Gecenin aksine bir sessizlik hâkim, benliklerim kavgadan yorulmuş belli ki. Kendi köşelerine çekilmiş hüzün ve çaresizlik dolu yüzler ile kendilerini izliyorlar. Bir türkü tutturuyor şimdim oturduğu iskemleden, kendim ettim kendim buldum gül gibi sararıp soldum, diyor içli içli. Yine yağmur yağsın istiyorum, kafamı eğmişim gözümdeki yaşı saklıyorum dünyadan.


Sonunda kaçamıyorum gerçeklerden, dilimde malum türkü, kimsecikleri uyandırmadan eve girmek derdindeyim. Eve girdiğimde yalnız kış sabahlarına özgü, bildik sıcak ve pis hava çarpıyor yüzüme. Donmaya yüz tutmuş ellerim yüzünden güç bela çıkarabiliyorum uzun paltoyu. Parmak uçlarımda salonun kaloriferine gidiyorum istemsizce. Sehpaları hafifçe kenara ittirip bacaklarımı kalorifere uzatıyor, ayağımı dayıyorum mazgallara, sırtüstü halıya bırakıyorum kendimi, gözlerim tavanda. Ayaklarım uyuşuk ve don, parça parça ateşe atıyorlarmış gibi sancılı bir rahatlama hissi bürüyor tabanlarını. Tüm gece -ve ömrüm boyunca- oyalanmama karşın şimdi daha fazla beklemeye yer yok. En son ne zaman gözünün içine baktığımı hatırlamadığım karımın yanına usulca yatmalı ve gidecek işim olmamasına rağmen onun beni birkaç saat içinde uyandırmasını beklemeliyim.


”Gece kaçta geldin, hiç duymadım.”


''Bilmem, geldim işte.''


''Hayır, âdetinde değildir pek. Birden nereden çıktı arkadaş buluşması?''


Yüzümü yıkarken fark ettim, banyonun aynasında yorgun ve yaşlı bir herif var. Tanıyor musun, diye sorasım var sana. Sorsam çok mu yadırgarsın acaba beni?


“Bana neyse! Hâlâ senden cevap bekliyorum.”

Ceketini dar omuzlarından geçirirken usul usul söyleniyor.


“Dalmışım, yanlış anladın. Arkada... “


Soğukkanlılıkla ve çoktan üstüne zamk gibi yapışmış öfkesiyle sözümü kesiyor.


“Akşam yemeğini dışarıda yersin, ben bugün de ablamlarda yiyeceğim.”


Sadece başımı sallamakla yetiniyorum, ne diyebilirim ki birbirine eş olamamış insanlar böyledir, bir şey konuşmazlar. Bizi yan yana görenler hemen anlarlar bu evde iki yabancının yaşadığını. Kapıdan çıktığında ev bana kalıyor, ahşap kitaplığın raflarında çok öncelerden kalan çerçeveli fotoğrafa gidiyor elim. Babasının iki tekerlekli bisiklet sürmeyi yeni öğrettiği her hâlinden belli olan, ön iki dişi düşmüş bir oğlan çocuğu var, hiç büyümeyen. Annesi ile babasının kendinden sonra iki yabancıya dönüşeceğinden, birbirlerine merhem olmayı beceremeyeceklerinden bihaber. Hatta bu fotoğrafta gülümsedikten taş çatlasın on gün sonra ufacık yaşamına veda edeceğini de bilmiyor. Elimdeki fotoğrafla eskimiş tekli koltuğa çöküyorum, bir daha asla anne diyemeyecek oğlum zihnimde. Fikir meclisimde geceden kalma, bitap düşmüş benlerin tam ortasında. Her biri özlemle bakıyor ona. Dün gece onun doğumu uğruna verilen tatsız şenlikten artakalan dağınıklıklar içinde kendine bir yer buluyor. Acıyarak bakıyor bize ve bedeni hiç büyümemesine rağmen kendi büyümüş gibi laflar ediyor.

“Sen de annem de ölmemiştiniz, ölen benim, ne zaman bitecek kendinizi cezalandırmanız.”

Bu sözleri büyüseydi nasıl olurdu acaba diye acı acı düşündürüyor beni. Verecek cevabım yok, o da beklemiyor zaten beni. Her hayal ürünü gibi saniyeler içinde buharlaşıp gidiyor. Annenle ben o kadar yorulduk ki oğlum; gözlerimizin içine bakacak, birbirimizin sırtını sıvazlayacak gücümüz yok, doğum gününde senden bahsedecek ve yas tutacak yüzümüz de yok. İkimiz de mutlu olmayı, teselli görmeyi hak görmüyoruz kendimize. Bu yüzden boşanmayacağız da zaten, fark etmiyor çünkü. Boşanmak hayatımızda bir şey değiştirmeyecek. Aramızda senin gittiğin gün sessizce ve aniden imzalanan bir sözleşme var. Beraberken veya yalnızken, evliyken veya boşamışken, fark etmez mutluluk bize uğramamalı. Çocuğu ölen insanlar öyle kolay kolay gülümsememeli çünkü. Pencereden görünen karşı kaldırımdaki müstakil evin solmuş güllerine bakınca kendim geliyorum aklıma, yaşam içinde sararıp soluşum geliyor. Bir daha yeşermeyi ummayan, koparılmayı bekleyen bir gülüm.