Midnight Cowboy (1969)


Benim için eski bir sinemacılık anlayışı olduğundan filmin görüntü ve ses tasarımını beğenmedim. Rüya ve geçmiş sekansları göze batan türdendi. Bu yüzden yeterince etkilenmedim filmden. Filmin cesur olduğu konusunda şüpheye yer vermeyecek kadar sahne var. Senaryosuyla ve işleyişiyle kaliteli bir film olduğunu gösteriyor. Fakat Dustin Hoffman haricinde beğendiğim bir oyunculuk olmadı. İzlenmesi gereken bir film ama izledikten sonra yeterince vurucu olup olmadığı tartışılır.


The Thing (1982)


Aklımı başımdan alan, gerilimin yüksek dozundan ötürü mahvolduğum, tokat gibi çarpan bir film The Thing. Türünün dışına taşan, sinema tarihine altın harflerle kazınmış muhteşem bir yapım olduğunu daha sonra çıkan filmlerdeki The Thing etkisinden görebiliriz. Birçok korku-gerilim filmi The Thing’ten nemalanmış fakat eserin alametifarikasını görememişler. Bu film insan doğasını bütün çıplaklığıyla aktarması sebebiyle başarılı olmuş. Sahneye böğürüp çıldıran birkaç yaratık koymak eseri ucuz bilgisayar oyunlarından bir parmak öteye taşımaz. Bu film gizli kalmış korkuların sinemaya aktarılmasının yanında birtakım alegorilere de sahip. Terk etmenin mümkün olmadığı bir ortamda istismara veya şiddete maruz kalan kişilerin yaşadığı korkuyla beslenen nefreti hissettim bu filmde. Kapana kısılmanın verdiği bunalımı çok net bir şekilde ekrana taşımış yönetmen.


Mekân her ne olursa olsun beraber yaşamak veya çalışmak zorunda olan insanların sağlık, itibar ya da kariyer açısından sürekli olarak endişe duymasının yarattığı yıkıma yönelik bir anlatı tercih edilmiş filmde. Karakterlerin güvenden yoksun olan bir topluluk içinde hayat mücadelesi verirken ruhen yıkılması da güzel bir tercih. Çünkü gerçek hayatta da yatıştırılmayıp sürekli harlanan güvensizlik ortamı insanları birbirine düşman edip vahşileştirir. Mantıklı ve tam bir lider olarak gördüğümüz Mac karakterinin dahi sonlara doğru ipi koparıp etrafı ateşe vermesi de bu sebeple bence. Korkuyu yaratan ister uzaydan düşen bir yaratık ister sıradan bir insan olsun kaosun fitilini ateşledikten sonra yaşanan bütün yıkımın sorumlusu kurbanlar oluyor.


Bu filmin tempo konusunda üniversitelerde ders olarak okutulması gerekiyor. Carpenter şüphe üzerinden öyle bir denge kurmuş ki seyirci sakin geçen sahnelerde dahi diken üstünde duruyor. Kendisi her sahnede görünmese dahi etkisi hissedilen bir antagonist yaratmak çok zekice. Bir sonraki sahnenin nasıl işleyeceği konusunda mantıklı tahminler yapamamak ise insanı çok tedirgin ediyor. Aslında hikâyenin akışı ilk birkaç sahnede kendini ele veriyor. Fakat filmin gücünü aldığı nokta kargaşa ve duygu yoğunluğu olduğu için her sahne bir öncekinden daha ilgi çekici oluyor. Bu açıdan gerilim filmi olmanın hakkını vermiş diyebiliriz. Carpenter birden fazla karakterin birbiriyle olan ilişkisini, dehşet anlarına verdikleri tepkiyi çok zekice tasarlamış. Her geçen dakika daha da şiddetlenen bir kabusa hapsolduklarının bilincinde olan karakterlerin tepkileri seyirciye direkt geçiyor. Oyuncu kadrosunun iyi bir iş çıkardığını söyleyebilirim.


Bilgisayar efektlerinin şaha kalkıp her türden filmde bolca kullanılması pratik efektlerin kıymetini dönemimizde artırmış diye düşünüyorum. The Fly filminde de olduğu gibi maket ile çekilen sahnelerin gücü günümüz filmlerinde yok. Bir aktörün plastik makyaj ile yaptığı oyunculuğu CGİ ile elde etmek faydasız bir uğraş olur diye düşünüyorum. Eskinin tiyatro ve sinema oyuncularının yeni nesil film mantığına alışamama sebebi de bu yapaylık bence. The Thing gibi emek ve özen ile çekilmiş bir film zamanın yıpratıcı gücüne direnebiliyor. Üzerinden geçen otuz dokuz yıla rağmen hala bir başyapıt olmasından ötürü izlenmeli bu film.


Her Şey Çok Güzel Olacak (1998)


Türk sinemacılığının en güzel örneklerinde yer alan Cem Yılmaz'ın sevdiğim filmlerinden biri. İlk filmi olmasına rağmen rolünün hakkını vermiş. Romanlarda rast geldiğimiz zaman zevkle okuduğumuz iş bitiren, ağzı iyi laf yapan, biraz serseri bir karaktere hayat veren Cem Yılmaz'ın filme dinamizm kattığını söyleyebiliriz. Onun bütün duyguları doruklarda yaşayan tavırları nispeten daha sakin olan Nuri karakterini dengeliyor. Altan ve Nuri kardeşler bir madalyonun iki yüzü gibi olup tartıştıkları sahnelerde bu durum kendini gösteriyor. Aslında ikisi benzer badirelerden geçmiş, buna farklı tepkiler vererek apayrı insanlara dönüşmüşler. Altan karakterinin yaşadığı yoksulluk ve yoksunluk hali Nuri karakterinde de var. Birinde bar açma diğerinde Ferrari arzusu film içerisinde sıkça söz edilen hususlar. Bir babanın gözünde hayırsız evlat olmak ikisinin de çektiği bir sıkıntı. Altan’ın eşi olan Ayla ikisi arasındaki keskin farkın sebebi. Nuri karakteri bekar olup kendi hayatını idame ettirmekten başka bir derdi olmazken Altan eşinin ilgisini yeniden kazanmaya çalışıyor. Ayla onu aksiyona sevk edip başını belaya sokmasına neden oluyor. Bu durum sevdiği birinin gözüne girmeye çalışan her kişinin başına gelmiştir. İnsanı baskı altında tutan durumu sahneye aktırmak çok iyi bir tercih olmuş. Kendini kanıtlama ve hayalini gerçekleştirmeye çalışırken yaptığı hatalardan ötürü pişmanlık duyması da onun özünde iyi biri olduğunu gösteriyor. Senaryo karakterlerin reaksiyonları üzerinden ilerleyerek seyircinin duygularına yön veriyor. Olayın bütününe ve her açısına değil karakterlerin algılayış biçimine tanık olduğumuzdan kendinizi filmin içinde hissediyorsunuz. Bu duruma katkı sağlayan bir diğer unsur ise çekimlerin doğallığı. İnce işçilik ürünü olan çekimler asla zorlama bakış açılarına geçmemiş, dışarıdan izleyen üçüncü kişinin duracağı yerden çekilmiş. Hem çekim hem de senaryo açısından çok kaliteli bir film olmuş.


End of Days (1999)


Yönetmenin birçok tercihi filmin vasat olmasına neden olmuş. İmkanlarına ihanet eden bir film diye adlandırabilirim. Senaryonun temeli iyi düşünülmüş olsa da bunu sahneye aktarırken çok yanlış kararlar alınmış. Şeytanın anası olacak kadını koruma hikayesi bence gayet yaratıcı. Meselenin özüne yani metafiziksel boyutuna daha fazla değinilse, elinde makinalı tüfeğiyle karanlık meleğe ateş eden Arnold’un sahneleri azaltılsa, birtakım supernatural dedektiflik sahneleri eklense daha başarılı bir film olabilirmiş. Çünkü filmin birçok yerinde Arnold’un ipuçları üzerinden hareket ettiğini görüyoruz. Zeki bir koruma portresi çizip ardından plan program olmadan savaşan bir adam göstermek tutarsız olmuş. Biraz daha sakin bir işleyiş senaryonun güzelliğini de ortaya koyabilirdi. Film bu haliyle üzerinde okuma yapmaya fırsat vermeyen, alt metinden yoksun, anlamsız bir aksiyon filmi seviyesinde. En büyük sorun filmin gereğinden uzun olması galiba. Yüz yirmi küsur dakika bomboş koşuşturma ve çatışma sahnesi izlemek seyirciyi ana hikâyeden uzaklaştırıyor. Daha odaklı bir film hem seyirciyi filme bağlar hem de haddinden fazla olan bütçeyi daraltabilirdi. Kilisenin içinde gerçekleşen fikir ayrılıkları, Hristiyan alimlerinin yüzyıllar boyunca bu anı beklemesi, iki alem arasındaki savaş gibi güzel fikirler maalesef bir girdabın içinde kaybolup gitmiş. Filmden nefret etmemi sağlayan diğer iki sorun aksiyon sahnelerinde manasızca kameranın sallanması ve bir sahnenin otuz sekiz kere kesilip farklı açıya geçilmesi. Görsel efektlere güvenilmediğinden kaynaklandığını düşündüğüm bu iki sorun gözlerimi çok yordu. Kameramanın Parkinson hastası olduğunu düşünmeme sebep oldu kameranın jöle gibi sallanması. Başrolü Arnold değil de rastgele bir Hollywood ünlüsü olsa tahammül edemeyeceğim bir film.


American Psycho (2000)


Öncelikle bu bir korku veya gerilim filmi değil. Baskılanan insan psikolojisini ve çevrenin insanı getirdiği hale değinen bir film. Cinayet ve seks sadece verilen mesajı perçinlemek için konulmuş birer öge. Bateman karakterinin narsist ve kendini dış dünyadan soyutlayan tavrı onu insani değerlerden koparıyor. Ve bu kopuş doğaüstü bir olay değil. Tam aksine kendini toplumun içine yerleştiremeyen, varoluşunu gerçeklikten soyutlayan insanların başına gelen bir olay. Toplumdaki yerini kaybeden insanın duygularından da kopacağını gösteriyor. Öldürme arzusuyla hareket eden karakterin herhangi bir kişilik sahibi olmadığını kendi ağzından duyuyoruz ki film boyunca aldığı kararlar hep hayvani bir içgüdüden kaynaklanıyor. Bateman karakteri için insan hayatının değeri olmadığından duygularını kontrol etmesine de gerek yok. Bu durum birbirini destekleyen ve birbirinden kaynaklanan bir çıkmaz. Sistem eleştirisi neredeyse her karakter üzerinden anlatılıyor. Restorandan yer kapma yarışı, kartvizit üzerinden birbiriyle çekişme gibi olaylar Bateman karakterinde en yoğun şekilde görülen ego ve bir başkasına üstün çıkma psikolojisini anlatıyor. Günümüzde sosyal medya sebebiyle bu durumu küresel olarak yaşadığımız ortada. İnsanlar sosyal medya yüzünden hepimizin hayatına kişilik sahibi olmayan, dış görünüşten ibaret birer kabuk olarak girdi. Ve bu kabukların para kazanma ve kendini üstün gösterme meziyetlerinden ötürü giderek daha çok insan kendini bu noktaya getiriyor. Çevrenin insanı getirdiği hal derken kastettiğim buydu. İster sosyal medya ister televizyon ister iş yeri olsun bir ortamda sadece etrafa saçtığı ışıltılı aura ile tanınan insan varsa diğer kişiler de bu durumdan etkileniyor. Bu sebeplerle filmin hem ileri görüşlü hem de kaliteli bir senaryoya sahip olduğunu söyleyebilirim.


Constantine (2005)


Hristiyanlık inancı ve evren düzeninin iyi yedirildiği bir film olmuş. Tabii bu ögeler DC evreninde yer aldığı şekliyle filme yerleştirilmiş. John Constantine karakteri zaten çizgi romanlarda alt/üst alemlerle sık sık iletişime geçen, zekası ile davasını çözen bir büyücü. Kısıtlı zaman sorunu yüzünden büyücü özelliğini birkaç küçük sahneyle göstermeyi tercih etmiş yönetmen. Kutsal nesnelerin kullanımı ilk izleyişimde gözüme batmıştı. Fakat ikinci izleyişimde bunun filmin dünyası içerisinde tutarlı olduğunu, Hristiyanlık inancındaki sembollerin kullanım şekline paralel olduğunu düşündüm. Ökültist anlatıyı seven biri olarak bu filmdeki şeytani ve ilahi dünyanın anlatıldığı sahneleri beğendim. Oyunculuklar bence çok iyi. Keanu Reeves, Tilda Swinton, Djimon Hounsou gibi sevdiğim oyuncular rollerinin hakkını vermiş. Görsellik konusunda yönetmenin müzik ve reklam videoları çekerek başladığı kariyerinin etkisi olduğunu söyleyebilirim. Bazı sahnelerde bu yorucu olabiliyor. Stilize sanat çalışmasının bir dozajı olmalı ve bu filmin bazı sahneleri bu dozu aşıyor. John Constantine karakterini ve supernatural dedektiflik filmlerini seviyorsanız izlemenizi tavsiye ederim.


Children Of Men (2006)


Bu film saygıyı sonuna kadar hak eden bir sanat eseri. Bütün tercihler yerinde, alt metin çok güçlü ve sahneler incelikle işlenmiş. Bilim kurgu temeline oturtulmuş bir senaryonun ve yer yer aksiyon sahnelerinin barındığı bir filmin nasıl sanatla dolup taşabileceğine dair bir başyapıt. Filmin izleyeni düşünmeye sevk etmesi, okunmaya ve yorumlamaya açık olması çok güzel. Sahne tasarımları, görsel efektler ve ses kullanımı usta işi. Clive Owen, Clare-Hope Ashitey ve Michael Caine rolünü adeta yaşamış. Yönetmen Alfonso Cuaron'un bir sinema dâhisi olduğunu söyleyebiliriz. Tek çekimlerin nasıl yapılacağına dair diğer yönetmenlerin kafasına vura vura ders vermiş adeta. Öyle bir ton tutturmuş ki bırakın filmi beğenmeyi anlatılan hikâyeyi yaşıyor, endişe ve heyecanı iliklerinize kadar hissediyorsunuz. Her sahnesi mesaj içeren, hicvi kör gözüne parmak değil de yer yer vahşi yer yer zarif bir şekilde yapan muhteşem bir yapıt. Işığın ve sesin uyum içinde olması görüntüyü hafızaya kazıyor. Ekranda kuş uçsa insanın tüylerini diken diken ediyor. Cuaron şov yapmış ve bu şov beni derinden etkiledi.


Çocukların olmadığı bir gelecek dünyası tasvir edilirken olası sonuçların tek tek yansıtılması çok iyi bir tercih olmuş. Çoğu insanın yaşama amacı olan iyi bir evlat yetiştirmekten mahrum olmak birçok değerden kopuşu beraberinde getirir. Hâlâ çoğu ideoloji bugüne değil de yarının dünyasına egemen olmak için genç nesle yönelik faaliyette bulunur. Bunun ve daha basit düşüncelerin temel sebebi çocuk dediğimiz varlığın toplumu yaşatacak ana unsur olması. Tarihte gençlerine değer vermeyen, onları zor durumda bırakan toplumların belli bir süre içinde çöktüğü sıkça görülmüştür. Çocuk sahibi olmayan insanların daha güne dayalı yaşadığını, çocuk sahibi olanların ise daha geniş çaplı planlar yapmak zorunda olduğu sıkça gözlemlenebilir. Bunu genele yaydığımız zaman çocuksuz bir toplumun hızla çözülmeye başlayacağını, bir sonraki adımın dahi nereye atılacağı bilinmeyen bir kargaşanın meydana geleceğini düşünebiliriz. Birçok sektör müşteri bulamadığından yok olacak, binlerce insan bir anda işsiz kalacaktır. Dünya halkları bu yoksunluğun ertesinde akıl sağlıklarını korumakta güçlük çekecektir. Toplumun masum ve aydınlık yüzü olan çocukların yokluğu sadece maddesel değil ruhani olarak da insanları mahvedecektir. İşten eve yorgun argın dönen bir babanın çocuğuna sarılarak nasıl güç ve motivasyon bulduğunu, idealist öğretmenlerin yetiştirdiği her bir genç için nasıl gururlandığını düşününce bu durumu daha net anlayabiliriz. Bu durumları filmin dünyasından çıkarıp kendi hayatımıza entegre edersek hayatı güzelleştiren hiçbir kesime kötü gözle bakmamamız gerektiğini anlayabiliriz. Gözünün üstünde kaşı var diye, ten rengini beğenmedik diye, yaşadığı coğrafyayı sevmedik diye ayrıştırdığımız insanların yokluğu durumunda yaşayacağımız hem ruhsal hem de maddi buhranlar önü alınamaz bir biçimde sert olacaktır.


Geçen on sekiz yılın ardından bir hayat kadının ilk defa çocuk doğurması da çok sağlam bir mesaj veriyor. Savaş esnasında bebeğin ağlamalarını duyan insanların ruh halini görünce de bu mesaj daha da güçlü bir hale geliyor. Bugün hâlâ ‘kirli bir nesne’ gözüyle bakılan hayat kadınları toplum tarafından dışlanıp hor görülüyor. Suç ve Ceza’da Raskolnikov’a sığınılacak bir liman ve kurtarıcı bir melek olan Sonya’nın yeri bu filmdeki Kee karakteriyle neredeyse aynı. Ekonomik ve sosyal olarak zor durumda kalan insanların hayatını devam ettirmek için seks işçiliği yapmasında ayıp bulmak yerine düzeni yargılamaktan uzak oluşumuz çoğu hayat kadınının topluma hak ettiği kadar dahil olmasının önüne geçiyor. Fakat bu filmde umut, Suç ve Ceza’da bağışlanmanın sembolü olan hayat kadınlarının da birer insan olduğunu hatırlayıp ona göre davrandığımız zaman vicdanla yaşamış olacağız. Kim bilir nice ‘umut’ harcadık bu zamana kadar.


Theo karakterinin filmde silah kullanmaması da ayrıca övülmesi gereken bir tercih çünkü karakteri kahramanlaştırma çabasından uzak. Kendimizi Theo’nun yerine koymamızın tek sebebi kamera açıları değil. Clive Owen’ın oyunculuğunun da katkısıyla Theo karakterinin bütün tepkileri insancıl olduğundan biz o dünyada yer alsak ne yaşayacağımızı net bir şekilde görüyoruz. Bu ve daha nice sebepten ötürü çok kaliteli bir film. Kesinlikle izlemeli ve izletmeli bu filmi.


The Mist (2007)


Ele alınan konunun ve verilmek istenen mesajın çok açık olmasından dem vuran haklı bir eleştiri yapılabilir bu film için. Fakat bu haklılık filmin kalitesini düşürmez. Çünkü klasikleşmiş anlatılar beyaz perdeye taşındığı zaman diğer sinematografik unsurlar devreye girer. Bunlar görüntü, sanat, ses yönetmenlikleri veya oyunculuk şeklinde sıralanabilir. Frank Darabont'un usta gözü, görsel efektler , iyi oyunculuklar sayesinde film değerli hale gelmiş. Bağnazlık meselesinin eleştirilmesi, zor durumda kalan insanın psikolojik seyrini, kurtuluş yolunun ne kadar zor olduğunu çok güzel işlemiş. Filmin finaline kadar gösterilen aksiyon sadece bir senaryo ilerletme tekniği. Yani pastanın üstündeki kiraz gibi bir unsur. Bu filmden yaratıkların olduğu sahneleri çıkardığınız zaman film gücünden çok bir şey kaybetmez. Meselenin özü körü körüne bağnazlık olduğundan bu filmi aptal bir aksiyon veya korku filmi diye nitelendirmek haksızlık olur. Bağnazlığa ve işler sarpa sarınca sorgu sual etmeden boyun eğmeye karşı güzel bir eleştiri bu filmi. Final sahnesi de gayet başarılı bir twist idi bana göre


Django Unchained (2012)


Dönemin siyahi ırkına karşı yapılan uç noktalara taşınmış ayrımcılığı tüm çıplaklığıyla yansıtan bir film olmuş. Bazı sahnelerde rahatsız edici bir noktaya gelen bu durum mal varlığı durumuna indirgenen binlerce insanın yaşadığı eziyeti gösteriyor. Kölelik anlayışı sertçe eleştirilirken köle sahibi Calvin ile onun kahyası Steven üzerinden olayın iki kutbu da gösteriliyor. Bazı noktalarda insana kendi ahlak anlayışını gözden geçirmeye iten bir havası var filmin. Bu açıdan çok kıymetli buldum. Türkiye’de yaşayıp ten üzerinden yapılan ırkçılığa hayatı boyunca rast gelmemiş biri olarak ayrımcılığın ne kadar berbat bir şey olduğunu bu film sayesinde tekrar anlamış oldum. Çünkü Django karakterinin sırf teni diğer insanlardan daha koyu diye üstesinden gelmek zorunda olduğu sorunlar gerçekten insanı üzüyor. Kölelikten kurtarmak istediği karısı için yaptıkları, hayatını kolaylaştırmak için kendinden ödün verecek noktaya gelmesi gibi anlatılar insanı düşünmeye sevk ediyor. Bugün bizler oturup acaba değiştiremeyeceği ve kendisinin seçmediği özelliklerden ötürü üzdüğümüz, hakkını gasp ettiğimiz ve toplumun dışına ittiğimiz biri var mı ve bunu nasıl düzeltebiliriz diye düşünmeliyiz. Bu konuyu ister kadın haklarına ister engelli bireylere bakış açımıza ister farklı cinsel yönelimlere sahip bireylere karşı tavrımıza bağlayabilirsiniz. Senaryoya farklı bir gözle baktığımız zaman Django karakteri üzerinden insanın umudunu ve iradesini korursa dezavantajları her ne olursa olsun sorunlarının üstesinden gelebileceğini anlatmış. Umarım birçok insan için umut kaynağı olabilir bu eser.


Filme ederinden daha fazla övgü veriyormuşum gibi görünebilir. Ama Tarantino sinemasının etkileyiciliği birçok insanın zihnine Pulp Fiction’ı, The Hateful Eight’i, Inglourious Basterds’ı kazıdı. Bu film ve mesajı insanların zihnine kazınırsa ne âlâ. Diyalogların tümü karakterlerin doğasına uygun olarak yazıldığından film kendi sınırlarını aşarak seyirciyi gerçek bir hayata tanık ediyor. Karakterler bir destandan fırlamış, şartları göz önünde bulundurmaktan aciz, iki boyutlu kahramanlar olmadığından kolay bir şekilde bağ kurabiliyorsunuz. Saf iyiliğin ya da kötülüğün kör gözüne parmak şeklinde sergilenmediği, her karakter için bir ‘acaba’ dediğimiz bir senaryo tercih edilmiş. En berbat karakterlerden biri olan Calvin karakteri dahi bu çerçevede değerlendirilebilir. Her karakter sahnede kalmada süresiyle orantılı olarak kendini seyirciye tanıtabiliyor. Bu sayede bir aksiyon cereyan ettiğinde siz bunun sebeplerini ve sonuçlarını anlayabiliyorsunuz. Bütünüyle kaliteli ve çarpıcı bir film.


November (2017)


Baştan sona kadar ince ince işlenmiş, 'every frame is a picture' mantığının sıklıkla uygulandığı, yoğun bir alt metin ve felsefik yaklaşımın olduğu çok iyi bir film. Kratt olgusu üzerinden işçi-patron ilişkisini ele alırken her karakterin bir diğer karakter ile kurduğu iletişimde de farklı bir alegori var. Bunu başarmak çok zordur. Büyülü gerçekçilik akımına mensup bu filmde yaratılan ortamın dışına asla çıkmıyor, kendinizi filmin içinde hissediyorsunuz. Aşk temasının hem yoğun hem de farklı açılardan ele alınmasının yanında otorite boşluğunun sefalet doğuracağına dair de bir anlatı mevcut. Düşünsel olarak çok doyurucu bir film. Herkese tavsiye ederim.