Taxi Driver (1976)


Hırpalanmış ve yıkılmaya yüz tutmuş bir psikolojiye sahip insanı beyaz perdeye aktaran en iyi filmlerden biri bence. Ana karakterin ruhsal ve fiziksel serüveninin bütün çıplaklığıyla aktarılması, bunu yaparken de beraberinde sosyo-ekonomik eleştiriler getirilmesi filmi başarılı kılan unsurlar bana göre. Bu filmin verdiği ilhamla çekilmiş onlarca eser izlesek de aynı tadı yakalamak çok güç oluyor. Çünkü hem yazınsal hem de sinematografik açıdan incelikle işlenmiş bu film, ele aldığı döneme dair cesur anlatılara sahip. Berbat bir dönemin yarattığı, bozulmakta olan bir insanı anlattığının bilincinde olan bir filmi meydana getirmek çoğu yönetmenin cesaret edemediği bir şey. Bu film Amerikan toplumunun yetmişli yıllarda yaşadığı buhran dönemini çarpıcı yönleriyle aktardığı için güçlü bir eser. Ayrıca, filmin atmosferi anlatılan hikayeyle örtüştüğünden kolayca içselleştirip bağ kuruyorsunuz. Scorsese ile De Niro’nun uyumlu çalışmasından ötürü çok kaliteli bir durum filmi ortaya çıkmış bence. Oyunculuk yükünü sırtlayan De Niro, karakterin ruh halini yansıtmak konusunda şanına yaraşır bir performans göstermiş. Scorsese ise kamera açılarının ufak nüanslarına dahi dikkat ettiğinden abidevi bir iş çıkarmış. Sadeliğe ve gerçekçiliğe verilen önemi filmin her sahnesinde görebiliyoruz. Süslenip seyirciye hoş görünme kaygısından uzak olan sahne tasarımlarını çok beğendim. Her açıdan kuvvetli ve akılda kalıcı bir film.


Travis karakterinin uyku problemleri çeken, ilaç tedavisi gören ve oyalanmak için taksicilik yapmak isteyen bir insan olması filmin başlangıcı açısından kıymetli. İş görüşmesindeki birkaç kelime ile karakterini özetlediğini görüyoruz. Bazı psikolojik sorunları bünyesinde barındıran Travis için vakit öldürmekten daha büyük bir amaç yok. Bu açıdan içi boşaltılmış, heves ve hırs gibi kavramlardan uzak bir tip olduğunu düşünebiliriz. Bu genel insani değerlerden yoksunluk onu dış etkilere karşı duyarlı hale getiriyor. Film boyunca gerçekleşen her olayın bir etki-tepkiye yol açtığını görüyor, bunun farkına varınca izlenen hiçbir sahnenin boşa olmadığı sonucuna varıyoruz. Travis’in toplumun ve hayatın olağan akışının dışında bir karakter olduğunu onun sessizliğinden çıkarabiliyoruz. Diğer karakterler onu aksiyona sevk etse de bunun sonuca ulaşmadığını görüyoruz ilk başlarda. Bu durumu bozan kişi ise Betsy karakteri oluyor. Betsy bir bakıma Travis’in içindeki bağlanma, topluma entegre olma, normalleşme arzusunun fitilini ateşleyen kişi. İlerleyen sahnelerde değinilen "yalnızlık" olgusunun yıkılmasına yarayacak bir karakter olabilirdi. Fakat Travis'in sosyal yeteneklerinin zayıflığı bunun önüne geçiyor. Kadını alıp porno filmlerinin gösterildiği sinemaya götürmesi, ısrarcı tavırları, fikirlerini doğrulama ihtiyacı gütmeden, dan diye söylemesi Betsy’i soğutuyor. Bu, farklı bir şekilde Travis’in kabuğundan çıkmasına neden oluyor.


Tam bu sıralarda Scorsese’nin canlandırdığı, karısını vurmak üzere olan karakterin sözleri Travis için uyanışı simgeliyor. Onun bahsettiği 44’lük magnumu satın almak istemesi de Travis’in nasıl dış etkiye duyarlı bir ruha sahip olduğunu gösteriyor. Bir amaç uğruna yol kat etmeye başlayan Travis, sosyal kimliğini geliştirmeye çabalıyor. Bu noktada filmde geçen “Ne iş yaparsan o olursun.” repliği kıymetli. Çünkü kirli sokaklarda taksicilik yapan, her türden insan ile muhatap olan ve bundan son derece rahatsız olan Travis, kendini kurtarıcı postuna bürüyor. “Bir gün yağmur yağacak ve bütün pislikleri temizleyecek.” diyen Travis yağmur olmaya çalışıyor. Bu, bir bakıma, kendini aklama ve yaşadığı pasif hayatın kefareti olarak düşünülebilir. Silah satın almasının ardından gerçekleşen fiziksel gelişim süreci onu farklı bir noktaya sürüklüyor. Kendine çizdiği "gizli servis" portresinin ardından Betsy’ye olan takıntısını bir kenara bırakıp Iris üzerinden bir hatayı telafi etme sürecine giriyor. Artık vakit öldürmekten daha büyük amaçları olan Travis, Iris ile olan hikayesi sırasında eskiye nazaran daha aktif bir görünüm çiziyor. Onun film sona erene kadarki gelişimi ve değişimi bir etki-tepki mekanizmasının karar verme hakkını elde etmesiyle ilişkilendirebiliriz. Zaten finalde Travis’in seyirciye sunulma şekli bir saygınlık belirtiyor. Tüm bu süreci göz önünde bulundurunca Taxi Driver izlenmesi gereken enfes bir film oluyor bana göre.



Kaze no Tani no Naushika (1984)


Miyazaki filmlerinden beklediğimiz masalsılık ve yoğun alegori bu filmde de var. Naushika'nın hikayesine tanık olurken evren dokusunu soluyarak ilerlemek iyi bir deneyim oluyor. Doğayla mücadele ederek endüstriyelleşmenin yarattığı yıkıma, çözüm peşindeyken kendinden başka bir şey düşünmemenin yanlışlığına, doğayı meydana getiren her unsurun kıymetli olduğuna dair mesajlar var filmde. Naushika'nın temsil ettiği saf iyilik ve değerlerinden vazgeçmeme teması bahsettiğim mesajların gücünü artırıyor. Evrensel sorunlara dair mesajlar içermesi bu filmle kolayca bağ kurmaya yarıyor. Japon kültürünü ve zarifliğini kıyamet sonrası bir dünyada bu kadar olgun bir şekilde göstermek filmi gerçek anlamda efsane kılıyor. Anlatılmak istenen hikayeyi, verilmek istenen mesajı tamamen farklı bir pencereden sunmak konusunda iyi bir iş çıkarılmış. Fantastik edebiyat seven insanların beklenti ve zevklerini net olarak gösteren bir film Kaze no Tani no Naushika. Bir anlatıyı sadece ilk haliyle vermenin herhangi bir yaratıcılık içermediğini düşünen biri olarak, ben de bu filmi sevdim. Anime gibi sektörün çoğunu ele geçirmiş tatlı su entelektüelinin sempatiyle bakmadığı bir alanda efsaneleşmiş, en iyi yönetmenlerden biri haline gelebilmiş Miyazaki'nin dehasını ve hayal gücünü bu filmde hissedebiliyorsunuz. Üzerinde emek harcanmış bir kıyamet sonrası dünya kurgusunun lezzeti bu filmde var. 1984 senesinde bu filmin gerektirdiği görsel efektleri sağlayacak ne bir teknoloji ne de bütçe olduğundan anime yapılması çok mantıklı bir senaryoya sahip. İzlediğime memnun olduğum bu filmi anime ve Japon kültürüne meraklı herkese tavsiye ederim.



My Left Foot (1989)


Christy Brown karakteri üzerinden toplumun engelli bireylere bakış açısını çok iyi vermekle birlikte ikili ilişkilerinde de "engel" konusunun nasıl olduğunu gösteriyor. Aşk, randevu gibi belki de pek çoğumuz için sıradan olan olayların bile engelli bireyler açısından ne zorluklarla yaşandığı görülüyor. Şişe çevirme ve final sahnesinde bu net olarak verilmiş. Hayatın her alanını, hatta kişiliğimizi dahi sağlıklı bireylere göre inşa ettiğimiz bir dünyada, engelli bireylerin hayata tutunma sürecini anlatan en iyi filmlerden biri. Ailenin beyin felci ile doğan çocuğa karşı tavrının nasıl değiştiğini, bağlılık duygusunun zaman geçtikçe arttığını, toplum tarafından kabullenme arzusunu küçük sahnelere hatta birkaç kelimeden ibaret diyaloglara yedirmişler. Bu, bence, muhteşem bir anlatı. Annenin tüm film boyunca yaşadığı zorluklara rağmen dimdik durması da etkileyiciydi. Hikaye o kadar kuvvetli ki film insana yumruk gibi vuruyor. Daniel Day-Lewis rolünün hakkını öyle güzel vermiş ki kimsenin oyunculuk yapmasına gerek kalmamış, desem, abartmış olmam. Gerçekten çok beğendim. Herkese tavsiye ederim.



Fargo (1996)


Hakkında okuduğum birkaç olumlu eleştirisi yazısı, dinlediğim sinema programları ve çeşitli sitelerde gördüğüm puanları yüzünden belki de yüksek beklentiyle izlediğim bu film, ortalama bir performans gösterdi bana göre. Doksan sekiz dakika gibi kısa bir süreye dahi sündürülerek sığdırılmış olan hikâye beni tatmin etmedi. Gerçekten yaşanmış bir olayın anlatıldığı belirtilse de, anlatılan davayı sinema diline uyarlarken birkaç değişiklik yapılması gerekirmiş, diye düşünüyorum. Filmde kullanılmayan ve karakteri derinleştirmeyen pek çok sahnenin mevcut olduğunu, bazı detayların çıkarılması durumunda filmin hiçbir şey kaybetmeyeceğini düşünüyorum. Hikayenin gerçeğe dayanması filmin gücünü artırıyor olsa da biraz dağınık bulduğum bu film beni etkilemedi. Jerry üzerinden anlatılması gerektiğini düşündüğüm filmin Magie ve onun hiçbir yere bağlanmayan Mike macerasına, eşiyle olan diyaloğuna, defalarca yemek yemesine bu kadar vakit ayırması benim hoşuma gitmedi. Şu anlatılsın, bu anlatılmasın demek hiçbir yönetmene söyleyememeğim kadar ukala laflardır fakat bu filmde çoğu sahnenin daha kısa tutulması gerektiğini, bir kısmının atılması gerektiğini düşündüm. Steve Buscemi’nin başarılı oyunculuğuyla sahneye koyduğu Carl karakterinin işlediği suçun kontrol altında tutma uğraşına, Jerry’nin kayınpederini manipüle etme çabasına ve motivasyon kaynağına, Magie’nin davayı çözme sürecine daha yakından ve odaklı bir şekilde mercek tutulsa daha kuvvetli bir film olabilirmiş diye düşünüyorum. Üzülerek söylüyorum ki bu filmi pek beğenmedim.



Ağır Roman (1997)


Yüz küsur dakika boyunca Müjde Ar’ın hiçbir anlam ifade etmeyen oyunculuğunu, kötü ecnebi taklidini izlemekten ötürü yorulduğum bir film Ağır Roman. Okan Bayülgen’in oyunculuğu ise büyüleyici olmasa bile yeterli olmuş, rolünü iyi kötü aktarabilmiş. Oyuncu kadrosunun gereğinden iyi olduğunu söyleyebilirim. Buna rağmen diyalogların söylenme şeklinde bir amatörlük, başka bir deyişle "hamlık" hissediliyor. Sanat yönetimi, sahne tasarımı ve geçişler, seyircinin ilgisini canlı tutan bir atmosfer ve ucube gösterisi şeklindeki karakterler hoş olmuş. Bence sinemanın taviz verilmesi kabul edilemez birtakım kurallarını hiçe sayan bir film. Karakterlerin tek boyutlu ve karikatürize edilmiş tipler olması, kişiler arasındaki ilişkinin alışılmışın ötesine geçmemesi, senaryonun herhangi bir yetmişler mafya/kabadayı filminin parodisinden ibaret olması gibi hatalar var. Hikâyeye doğrudan etkisi olmayan yığınla karakterin anlatılması bu sorunlara neden olmuş diye düşünüyorum. Kolera Canavarı, Tibi, Fethi, Orhan gibi karakterlerin sahnesi azaltılsa ana karakterlerin motivasyonuna daha fazla eğilebilirdi bu film. Reis karakteri yarı manyak bir kötü adamdan, Salih etrafta dolanıp poz kesen bir delikanlıdan, Tina ise bomboş bir karakterden daha fazlası olabilirdi. Sadece Kolera semtinin garipliğini ve vahşiliğini anlatmak için kullanılan sahnelerin çokluğu bir yerden sonra gereksizleşiyor. Kabadayı filmi nasıl odaklı bir film ise Ağır Roman da o kadar dağınık bir eser olmuş. Kaynak romanın yazarının set ekibinde yer alması da sorunlara sebep olmuş bence. Yazar, belli ki, karakterlerine kıyamamış ve hepsini senaryoya yedirmek istemiş. Böyle olunca şiştikçe şişen, üzerinde okuma yapmaya fırsat vermeyen bir hal almış. Etkileyici olduğu su götürmez ama kapağı açılan kola gibi, on dakika içinde gazı kaçan bir film olduğu ortada. İzlediğim için pişman değilim ama herkese önermem. Sinema kültürümde bu da olsun diyenlerin izleyeceği vasat bir film.



Starship Troopers (1997)


Üzerinden geçen yirmi dört yıla rağmen filmin görsel açıdan yaşlanmamış olması takdir edilmesi gereken bir durum. Pratik efektler ile CGI teknolojisinin doğru yerde ve kusursuz bir uyumla kullanılması bir Paul Verhoeven filmi izlediğimizi bize sürekli hatırlatıyor. Bilim-kurgu filmi olmanın gerektirdiği görsel doygunluğa sahip bu eser. Oyunculuklarla da desteklenen film, seyircinin hafızasında yer edinmekle birlikte bazı fikirler oluşturmaya da yardım ediyor. Kast seçiminin bile bir amaca hizmet ettiği bu filmde kurulan evrenin dokusu, renk filtresi ve teknoloji tasarımı çok zekice düşünülmüş. Cilalanmış bir distopya olan bu evren, aslında Paul Verhoeven’ın Total Recall ve Robocop’ta da yaptığı gibi kara komedi ve toplumun yozlaşmış kurumlarıyla dalga geçmesini barındırıyor.


Filmin efekt ve aksiyon şöleni eşliğinde bize anlatmak istediği konulardan biri askeriye ve eğitim odağında Amerikan toplumunun nasıl çaresizliğe itildiğidir. Günümüzde hala fahiş fiyatlar ödeyen öğrencilerin okumasına izin verilen okullar yüzünden birçok genç kendini Amerikan ordusunun kucağında buluyor, hayali ve meziyetleri nedir diye bakılmadan asker olarak yetiştiriliyor. Ağzı süt kokan gençleri sırf üniversite ücretini toparlayabilsin diye bu yükün altına sokmak ciddi anlamda bir sömürü düzenine işaret ediyor. Tabii bu sömürüyü çoğu devlet farklı alanlarda uygulayarak basit ve kârlı bir şekilde sermaye ya da insan gücü yaratabiliyor.


Filmde herkesin oy veremediği, vatandaş konumuna ulaşmanın asker olmaktan ibaret olduğu totaliter ve militaristik bir devlet düzeni gösterilmiş. Bu tercihin sebebi aslında tarihe baktığımız zaman kendini net olarak gösterir. Bugün lanet ile andığımız nice diktatör arzuladığı ekosistemi yaratmak için baskı altında tutabileceği ve manipüle edebileceği bir toplum oluşturmuştur. Bu filmde de benzer bir durum söz konusu. Gençlerin paintball maçına çıkar gibi davrandığı savaş durumu zihinlerine cinayetin ne derece basit bir şekilde sokulduğunu gösteriyor.


Diktatörlerin hükmünde olan medyanın toplumu kışkırtıp saldırganlaştırdığını bu filmdeki birkaç saniyelik haber sahneleriyle görebiliyoruz. Çocukların eline kocaman silahları oyuncak gibi vermek, çocuklara düşman niyetiyle böcek ezdirmek gibi sahneler çok manidar. Çünkü propaganda araçları tarih boyunca yöneten sınıfın tekelinde olduğu için insani ya da berbat bir şekilde kullanılabiliyor.


Böcek gezegeni ile diyaloğa girmeyen, buna zahmet ettiğinde de amacı sadece düşmanın kökünü kazımak olan bir rejim söz konusu. Paul Verhoeven bu rejimi yermek veya övmek gibi bir çabaya girişmemiş. Durumu tüm çıplaklığıyla ve vahşiliğiyle beyaz perdeye taşıyarak düşünüp karar verme kısmını seyirciye bırakmış. Yönetmen, böcekler ile insan gezegeni arasındaki gerilim ve savaş durumunu ise acımasız bir şekilde göstererek aslında dünya üzerinde gerçekleşmiş çoğu savaşın bir panoramasını sunmuş. Bu filmdeki anlatıyı ister Körfez Savaşı’na ister Vietnam Savaşı’na ister Nazi Almanya’sının II. Dünya Savaşı’ndaki tutumuna bağlayabilirsiniz. Full Metal Jacket, Rambo ve daha nice savaş filmi sayesinde savunma amacıyla olmayan savaşın suç ve insan hayatını yok yere harcamak olduğunu anlamış sinema seyircisinin bu filmdeki hikayeyi kıymetli bulacağına eminim.



Dark City (1998)


Geek camianın çok benimsediği, birkaç kez izlemeye değer, beğendiğim bir film Dark City. Kurduğu dünyanın tutarlılığı ve yarattığı atmosfer ile hafızaya kazınan, hazmetmesi biraz vakit alan bir eser. Distopik kurgunun içerisine felsefe yedirmenin iyi bir örneği. Vermek istediği duygu ve mesaja hakkıyla odaklandığından filmin etkisi yüksek seviyede. Diyaloglar aracılığıyla sıradan bir dedektiflik filmi olmaktan kendini kurtarıyor. Bu türden eserlerin çok hızlı bir şekilde laf salatasına döndüğüyle sinemada sık sık karşılaşmış olsak da Dark City ana konudan taviz vermiyor. Karakter dramları ve yan hikayeler ana konuyu destekleyecek şekilde tasarlanmış. Ana karakterin derdine ortak olmayan, başka bir mücadele peşinde olan diğer karakterlerin filmin sonlarına doğru konuya bağlanması çok güzel bir tercih. Emma ve Bumstead'in senaryo içerisindeki yerinin bu olduğunu söyleyebilirim. Jennifer Connelly gibi başarılı bir aktrisin filmde yer alması, John Murdoch karakterini canlandıran Rufus Sewell'in rolünün hakkını vermesi filmin oyunculuk konusundaki yetkinliğini gösteriyor. Sanat yönetmeninin dehası ve görsel efektlerin kalitesi göz ardı edilemeyecek kadar büyük. Çağının ilerisinde bir tasarım harikası olan görsellik, takdiri sonuna kadar hak ediyor. Beyaz perdeye aktarılan hikayelerde biraz hayal gücü biraz da hiciv arayan biri olarak bu film beni çok tatmin etti.


John Murdoch filmin büyük bir kısmında sadece reaksiyon adamı olarak görünüyor. Başına gelen olaylara verdiği tepkiyi izliyoruz uzun bir süre. Berbat bir otel odasında uyanmasıyla başlayan hikayede uğradığı her mekan, başına gelen her olay ona yeni bir kapı açıyor ve karakterin bu kapıdan geçmek dışında pek bir lüksü olmuyor. Bu noktada onun kendini bulma çabasına tanıklık ediyoruz. John, diğer karakterler gibi varsayımlar üzerinden değerlendirdiğimiz bir karakter. Yaptığına şahit olduğumuz hareketler dışında hakkında yargıya varabileceğimiz hiçbir veri yok. Bu, bir bakıma izleyicinin ana karakter ile rahatça bağ kurabileceği bir durum, rahatça at koşturabileceği bir alan yaratıyor. Tüm bilim kurgu ögelerini bir kenara bırakıp John'un yerine kendimizi koyabiliriz. Gerçek hayatta kendini gerçekleştirme uğraşında olan herkes John ile eş değer. Biraz aşırı okuma olarak dursa da, kendini tanımaya çalışan bir ergenin alegorisi, bile diyebilirim. John ile Emma arasındaki ihanet ve aşk temelinden beslenen iletişim de bunun bir kanıtı olarak düşünülebilir. Uyanış ve alt tabakadan yükselişin motifi olarak tasarlandığını düşündüğüm bu karakterin vakit geçtikçe bilgi ve farkındalık sahibi olması, buna orantılı olarak güçlenmesi de güzel bir gönderme. Yönetici sınıfın onu ele geçirip öldürme, daha sonra ise bir bütün olma isteğini ise bir sınıfsal geçişin alegorisi olarak yorumladım. İnsanların bir anı havuzunda sürekli farklı roller üstlenmesi, yaşanıldığı düşünülen olayların aslında bir yanılsama olması da yönetici sınıfın halkı yönlendirmesinden ibaret aslında. Gerçek hayatta iletişim kuruluşları, medya organlarıyla bir rüyaya hapsedilen halkı yansıtmış yönetmen. John'un yeri ise bu rüyaya hapsolmayan, "aydın" diye tabir ettiğimiz kişi. Shell Beach ise onun gerçekle bağını gösteren, özgürlüğü temsil eden bir unsur sadece. Onun uyanışına hizmet eden Bumstead ve Schreber ise güvenliğin ve gelişimin bir aydın için önemini gözler önüne seriyor. Benim filmi okuma şeklim böyle olsa da başka yönlere çekilebilecek, kaliteli bir film Dark City.



Kabadayı (2007)


Yüz kırk dakika boyunca altı doldurulmamış bir sahnenin bile yer almadığı, olgun, kaliteli ve Türk sinemasının yüz akı diyebileceğim bir film. Kendine hayran bırakmakla yetinmeyip Türk sinemasına olan merakımı ve ilgimi de şaha kaldırdı. Bu şahane eser, ucuz ve sulu zırtlak komedi filmlerine, cin temasından bir adım öteye gidemeyen korku filmlerine, anlamsız vurdulu kırdılı filmlere muhtaç olmadığımızı gösteriyor. Sinemacılık açısından çok kıymetli bulduğum bir film. Karakterlerin bolluğuna rağmen tutarlı ilerlemekte hiçbir sorun yaşamamış, tempo konusunda kaymak gibi olan, etkileyici bir film izlemenin tadını aldım. Detayların karakteri derinleştirmek için kullanılmasıyla yetinmeyip filmin akışı içerisinde de kullanan yönetmeni tebrik etmek lazım. Alzheimer detayı, Sürmeli karakterinin her sahnede can alıcı bir şekilde yad edilmesi, yüzük bölümü gibi izlenen her saniyeyi değerli kılan unsurlar ile dolu bir film. Diyaloglar bazen oyuncuların yeteneğiyle paralel olarak kete durabiliyor ama genele baktığımız zaman son derece akışkan bir anlatım söz konusu. Çekimler, imkan ve şartlar dahilinde çok temizdi. Üstatların yer aldığı bir filmde genç oyuncular göze batsa da Şener Şen gibi uluslararası camiada saygı ve sevgi ile anılan bir ustayı uzun uzun izlemek çok keyifliydi. Birkaç ay önce kaybettiğimiz rahmetli Atilla Pakdemir'den Kenan İmirzalıoğlu'na kadar hemen hemen herkes rolünün hakkını vermiş. Senaryo zeka işi, çekimler emek kokan türden, yönetmenlik ustaca olunca bu film tadından yenmeyen bir hal alıyor.


Birbiriyle olan samimiyetini torun torba sahibi olduğu halde halı sahada futbol oynayarak, hamama girerek, rakı sofrasına oturarak gördüğümüz eski kabadayı, dostların serüvenini tüm film boyunca görmek güzeldi. Sona yaklaşırken Ali Osman'ın yalnız kalmasının altındaki sebebi öğrenmek ve ölene kadar ali kıran baş kesen yaşayamayan diğerlerinin motivasyonunu anlamak insanı düşündürüyor. Ali Osman, sevdiğini koruma içgüdüsünün harareti ile davranırken diğerleri sevdiğini korumanın sorumluluğuyla kenara çekiliyor. Benzer durumlar arasındaki ince farkı gösteren bu tercih, şartların ne kadar zorlayıcı olduğunu seyirciye anlatıyor. Fakiri koruyup kollamasıyla, merhametli olmasıyla tanıdığımız Ali Osman'ın film içerisinde sık sık kabadayı günlerine atıf yapılması karakterin karizmasını ve ağırlığını seyirciye çok iyi aktarıyor. Film boyunca bu karakterin kararlarını sorgulamak pek akla gelmiyor. Afet karakteri üzerinden Ali Osman'ı insanlaştıran yönetmen, onun pişmanlığa ve hatalara sahip olduğunu göstererek bir nevi bağ kurmamıza yardımcı oluyor. Ali Osman karakteri için unutma meselesi ve oğlu ile samimiyet kurma sürecinin adım adım işlemesi finalin gücünü artırmış. Devran karakteri için de benzer bir tecrübe yaşandığını görüyoruz. Karaca'ya olan tutkusunun onu vahşileştirdiğini, polis teşkilatının baskısıyla paranoyak olduğunu ve zorlu bir çocukluk geçirdiğini görüyoruz. Bu durum Devran'ı klasik bir antagonist olmaktan çıkarıp anlayabildiğimiz bir insana dönüştürüyor. Ali Osman ve Devran arasındaki sürtüşme ise izlemeye değer sahneler doğurup final bölümü başlı başına bir şov halini alıyor.



The Cabin İn The Wood (2011)


Biraz manasız bir film olmuş sanırım. Filmin odak konusunda yetersiz olduğunu düşünüyorum. Yani ne anlatmak, ne yapmak istediğinin farkında olmayan bir film. Korku filmlerinin parodisini mi yapmak istiyor, gerçekten korkutmak mı istiyor, acı üzerine düşündürtmek mi istiyor belli değil... Dürüst olmak gerekirse filmin çok güzel ve düşüneni tebrik etmek gereken bir temel kurgusu var. Fakat bu kurgu fikri az önce bahsettiğim durumdan ötürü boşa harcanmış. Film, karakterler ile empati yapmaya fırsat sunmuyor, bir karakterin davranışlarını temellendirmeye ihtiyaç duymuyor ve herhangi bir hikaye akışına sadık kalmıyor. Roller Coaster gibi bir film olmuş. Son olarak değinmek istediğim şey ise diyalog yazarının bir daha herhangi bir şey yazmaması gerektiğidir. Ben uzun zamandır bu kadar utanç verici, bayağı ve üstüne düşünülmemiş diyalogları bir arada görmedim.



Joker (2019)


Başrolün filmi taşıması hadisesine defalarca tanık olduk sinema tarihinde. Fakat ben bu konuda Joaquin Phoenix'ten daha başarılı hiç kimseyi görmedim. Phoenix filmde senaryodan daha ağır bir görüntü arz ediyor. Rolüyle bütünleşmek deyiminin karşılığıdır bu. Mimikleri, ses tonu ve vücut hareketleri verilmek istenen duyguyu doğrudan verebiliyor. Arthur Fleck karakteri üzerinden toplumun dışladığı, yalnızlık ve yoksulluk ile baş başa bıraktığı insanların ruh halini yansıtmışlar. Amerikan toplumunun ve artık dünya geneline yayılmış olan yoksul tabakanın aşağılık birer varlıkmış gibi görülme durumunun yerilmesi de güzel bir tercih. Bu tip toplumsal ve sosyo-ekonomik hicivler sinema için çok kıymetli yapı taşları. Joker'in meşhur olan "One Bad Day" anlatısını bu filmin geneline yaymak da mesajı güçlendiren bir karar olmuş. Ayrıca DCU içerisinde Nolan filmleri ve Watchmen ile birlikte anılacak güzel bir film olmuş. Tek eleştirim esinlenilen kaynakların çok belirgin olmasıdır. Bu filmde de yer alan Robert de Niro'nun rol aldığı Taxi Driver ve King of Comedy filmlerinin, çok sevdiğimiz Michael Douglas'ın oynadığı Falling Down filminin etkisini görebiliyoruz. Keşke daha az ya da belirsiz olsaydı daha başarılı kılabilirdi filmi... Buna rağmen, bence, çok iyi bir film. Kesinlikle izlenmeli.