Ugetsu Monogatari (1953)


Altmış dokuz yaşına basmış bir filmin beğenimi daha ilk sahnelerden kazanıp son ana kadar üstüne koyarak ilerlemesi harika bir durum. Usta yönetmenlerin büyük bir kısmı bu filmi baş tacı ettiği gibi ben de hayranlıkla izledim. Yönetmen Kenji Mizoguchi çağının ötesine geçmiş denilebilir. 1953 senesinin imkansızlıkları Mizoguchi'yi yıldırmamış, yaratıcılığına ket vuramamış. Klasik dönem hikayeciliğine dair bilgisini ustalıkla kullanmış, Tolkien'in de yaptığı gibi destansı anlatımı eserine uygulamış. İnsanı çeşitli duygularla kuşatan, farkındalık ve fikir sahibi kılan harika bir film olmuş. Japon müziğinin zarifliği sahnelere yedirilmiş olduğundan verilmek istenen her duygu doğrudan seyirciye geçiyor. Oyuncuların hem performansı hem de sempatik tipleri de buna eklenince hoş bir iş ortaya çıkıyor. 'Yağmurdan Sonraki Soluk Ayın Öyküleri' diye çevrilen ad bence çok yaratıcı. Bu serinin en üst sıralarına gönül rahatlığıyla yazabilirim bu filmi.


Hikayedeki her kişiye kendini özetleyen bir repliği akış içerisinde söyletmek çok iyi fikir. Çünkü karakteri anlatacağım diye bomboş sahneler yığmak yerine direkt hikayenin kendisine geçmiş yönetmen. İlk sahnede kahramanların tanıtılması temel alınarak tutarlı bir şekilde karakter gelişimi verilmiş. Yaşanan olayların neye yaradığını, nelere sebep olduğunu bu sayede görebiliyorsunuz. Bir diğer iyi fikir ise dört ana karakterin birbirinden kopup bağımsız olaylar yaşaması ve sona doğru tekrar birleşmeleri. Saplantıların her türlü acıya ve ayrılığa sebep olacağı bu sayede anlatılmış. Finaldeki kavuşma sayesinde her zaman bir dönüş yolunun olduğunu, yapılan hataların bedeli ödenerek ortak bir paydada buluşulabileceği gösterilmiş. Ben bu tercihleri takdir ettim. Çünkü biçim üzerinden mesaj vermek büyük yönetmenlere özel bir durum.


Para tutkusunun nelere yol açtığının hikayesi Genjuro üzerinden anlatılıyor. Paranın tadını aldıktan sonra samimi olan kişiliğinin hızla değişmesi ve olayların ateşleyicisi olması bir mesaj niteliğinde. Elindeki değerin farkında olamamanın bir alegorisi yapılmış. Genjuro'nun rahip tarafından eve dönmesi yönünde uyarılması, eşinin hayalini görmesi, en sonunda soyulması dahi para uğruna neleri kaybettiğini ona hatırlatmak için var. Buna ek olarak Genjuro'nun hırsı kişisel menfaatten değil ailevi refahtan besleniyor. Savaş zamanındaki kargaşanın içinde birkaç gümüş kazanıp ailesini hoş tutmak için mücadele eden bir adamdan ibaret Genjuro. Ayarı kaçırıp hırslarının kölesi olduktan sonra toparlanması da güzel işleniyor. En sonunda eşinin istediği gibi birine dönüşmesi bütün hikayenin düğümünü çözüyor. Eşi olan Miyagi karakterini bu başlık altında değerlendirirsek hem Genjuro'nun hem de dönemin mahvettiği bir kurban olarak tanımlayabiliriz. Parada pulda gözü olmayıp tek isteği huzurlu bir aile hayatı olan bu karakter hem seyircinin hem de Genjuro'nun tutunabileceği bir dal konumunda. Yaptığı fedakarlıkların, çektiği çilelerin karşılığını alamasa da hatırası dahi doğru yolu gösterebiliyor. Ben bunu fark edince biraz duygulandım. Çünkü tarih boyunca hem fiziksel hem de ruhsal eziyete maruz kalmasına rağmen 'insanoğlunun' yükünü taşıyan kadınların hak ettiği değeri görememesini yansıtıyor Miyagi. Tobei'nin samuray olma konusundaki hayalperestliğini elinden geldiğince törpülemeye çalışan, gerçeklerin farkında olan Ohama da benzer bir durum yaşıyor. Bu iki kadın karakterin de aklı ve sağduyuyu temsil etmesi son derece gerçekçi olmuş. Günümüzün yüzeysel, maşa olmaktan bir adım ileri gidemeyen, art niyetle yazılmış kadın karakterlerine sürekli maruz kalan seyirci kitlesinin içtenlikle bağrına basabileceği kahramanlar Ohama ile Miyagi. Ohama'nın hikayesindeki iniş çıkışların Tobei'ninki ile tamamen zıt oluşu da iyi bir karar. Çünkü bugün dahi evliliklerde bir taraf bütün sorumluluğu yüklenirken, çile çekerken, düzeni sağlamaya çalışırken diğer taraf sadece evliliğin meyvelerini yiyor. Cinsiyetten bağımsız olarak bu türden sömürüye dayalı ilişkilerde mutlaka bir kurban oluyor. Ugetsu Monogatari bu konuları düşündürttüğü için iyi bir film. Üzerinde yapılacak kapsamlı bir okuma için mutlaka izlenmesi gerekiyor.


Paths of Glory (1957)


Stanley Kubrick'i tanımlamaya çalışırken kurduğum cümleler saf övgüden ibaret kalıyor. Sinema eğitimi olmayan, yazdığı incelemelerde sektöre ait terimlerden bihaber olup kendi lügatine bağlı yazılar kaleme alan, sıradan bir sinemasever olarak Kubrick'i hayranlıkla anmaktan ileri gidemiyorum. Kendi döneminde kural koyucu olması yetmiyormuş gibi yirmi birinci yüzyıla bile mührünü vurmuş biri Kubrick. Şu an önümüze film diye konulan bir sürü ıvır zıvır ya Kubrick ya da Hitchcock özentisi diyebilirim. Kameranın dikkat edilmesi gereken nesne veya kişiye odaklanıp sahneyi ortadan ikiye bölmesi Kubrick'in imzasıdır. Karakter ilerlerken kamera eşit hızda onu takip ederek görüntünün bozulmamasını sağlar. Bu düzenli olarak uygulanınca kusursuz bir uyum meydana getirilir. Çekimlerin pürüzsüzlüğü sahneler arasında yumuşak bir geçiş sağlar, akışı bozmadan bir hikayeye tanık eder seyirciyi. Müzik kullanımıyla senkronize olan çekimler duygu vermek konusunda karşı konulamaz bir güce sahiptir. Nerede sabit kamera ne de elle çekime geçeceğini çok iyi bilen Kubrick'in bu konuda dünya sinemasına her filminde ders verdiğini söylesem abartmış olmam.


Beraber çalışılması zor biri olarak tanıtılan, hastalık derecesinde çalışkan ve titiz diye bildiğimiz Kubrick'in eserleri insan doğasını birebir yansıtıyor. Bu sayede Paths of Glory izlediğim savaş konusunda çekilmiş en iyi filmlerden biri oldu. İzledikçe insanlık hakkında derin düşüncelere kapıldım, kızdım, utandım, üzüldüm. Bunu başaran birine sıradan bir sinemacı gözüyle bakmak hata olur. Bu seride ele aldığım eserlerde sık sık değindiğim odak ve tutarlılık konusunda en ufak bir kusur bile barındırmıyor bu film. Ne anlatmak istediğinin farkında, verdiği her detayı kullanmakta olan bir eser. Kubrick'in insanı ve toplumu çok iyi tanıyıp anladığını bu filmdeki gerçekçilikten anlayabiliyorsunuz. Klasik bir Hollywood filminin yüzeyselliğine sahip olmadığından bütün karakterler bir yerden tanıdık geliyor. Her hareketin ve kararın altında yatan sebebi anlıyor, kısmen veya tamamen bağ kuruyorsunuz. Üzerinde okuma yaparken uzun sohbetlere zemin yaratacak bu film vurdulu kırdılı savaş filmlerinin ne kadar anlamsız olduğunu gösteriyor. Bunun yanında taarruz sahnesindeki gerilim ve heyecan çoğu filmde yok. Yaptığı işi çok iyi özümseyen bir yönetmen olan Kubrick muhtemelen bu film öncesinde onlarca tarih kitabı okumuş, dönemi birebir yansıtmak konusunda elini korkak alıştırmamış. 1957 senesinde iki dünya savaşının dumanının hala tüttüğü bir ortamda böyle sert ve acımasız bir film yapmak çok iyi bir karar. Sadece Amerika Birleşik Devletleri değil tüm dünya bu filmden sonra bir şeyleri daha net anlamış olmalı diye düşünüyorum. Filmde gri karakterler olduğu gibi siyah beyaz karakterler de görebiliyoruz. Oyunculuklar kişiliğe göre yansıtılmış, muhtemelen Kubrick istediğini elde edene kadar tekrar kayıt aldırmıştır. Efsanevi bir oyuncu olan Kirk Douglas zaten çok iyi taşıyor film.


Tiyatro kökenli bir oyuncu olan George Macready'nin can verdiği General Mireau'nun yıldız ve terfi konusundaki hırsını o reddetse bile film boyunca görüyoruz. Hikayenin işlenişinde önemli bir yeri olan general kendini kaybetme noktasına geldiği bu hırs yüzünden kurban vermeye bile razı oluyor. Yanlış ellere teslim edilen yetkinin askeriye gibi hayati öneme sahip bir alanda ne kadar tehlikeli olabileceğini bu karakter sayesine görüyoruz. Savaşın ortasında dahi lüks ve itibar gibi sahte tutkulardan vazgeçmemesi onu seyircinin gözünde küçültüyor. Askerine cesaret vermek için çıktığı gezinti bile sırf kendi amacına hizmet ediyor. Kirk Douglas'ın oynadığı Dax karakterinin Samuel Johnson'a atfı da buradan ileri geliyor. Mireau gibilerini gündelik hayatta da görüyor olmak biraz acı bir durum. Kendi istikbali için masumları basamak olarak kullanmanın alçaklığına emin oluyorsunuz. Bunun için illa askerleri kurşuna dizmek gerekmiyor. İş yerinde dedikodu vasıtasıyla gözden düşürülen insanlar da, okulda zorbalığa uğrayanlar da, karı koca ilişkisinde sömürülen taraf da aslında Mireau gibilerinin kurbanı oluyor. Askerlerin cesaretini imkansız bir çıkarmadaki başarısızlığıyla ölçen bu karakterin iyiye ve doğruya dair hiçbir meziyete sahip olmadığını görüyoruz. Kayıpları yüzdelik hesaplamalarla ölçen her vicdan yoksunu insan bu karakterin bir yansıması aslında.


Albay Dax çaresizliği yaşayan, buna karşı tepki gösteren bir kahraman olarak filme gerçekçilik katmış. Elinde otomatik tüfeklerle insan avlayan ana karakterlerden onu ayıran özelliği de bu aslında. Bir kahramanın hikayesinde iniş çıkışların olması seyircinin kalbine dokunur. Hayat kusursuz bir ilerleme için oldukça acımasızken başarıdan başka bir şey tatmamış karakterlerin anca masallarda olduğunu biliriz. Askeri mahkemede tek başına çabalaması, buna rağmen sonuç alamaması, adil olmayan bir infazın eşiğinde olduğunu fark edince yaşadığı üzüntü insanı etkiliyor. Adalete sığınarak üstesinden gelmeye çalıştığı sorunların sistemden kaynaklandığını görüp kartlarını buna göre oynaması zekasını gösteriyor. Film boyunca sorumluluk almaktan kaçınmayan bu karakter Mireau gibilerine pabuç bırakmamak konusunda beni ikna etti.


Son olarak bahsetmek istediğim konu ise Christiane Kubrick'in oynadığı Alman kızının şarkı söylediği kısım. Savaşın ruhen mahvettiği askerlerin karşısına çıkarılan bu esir kız şarkı söylemeye mecbur bırakılırken yaşadığı korkuyu iliklerinize kadar hissediyorsunuz. Fakat bu bölümü acı kılan asıl şey suçu kimseye yükleyememek. Hükümetlerin kararlarına boyun eğmekten başka çaresi olmayan, hayatı bir ıslak imza, birkaç emir yüzünden mahvolan insanları yargılamak kolay olmuyor. Fransız askerlerinin şarkıya eşlik etmesi ise insana yumruk gibi vurup şartlar ne olursa olsun bir olmamız gerektiğini hatırlatıyor. Bu sahne o kadar ağır ki hazmetmesi uzun zaman alıyor.


Det Sjunde Inseglet (1957)


Ne varsa yine eski toprakta var dedirtti bana bu film. Hayran kaldım ve zihinsel olarak bu kadar dolup taşmayı uzun zamandır tatmamıştım. Senaryo bakımından ele alınması apayrı bir uğraş olmasının yanı sıra görsel açıdan başarısı filmin çok usta bir yönetmenin gözünden çekildiğini ortaya koyuyor. Gerçekten doksan yedi dakika boyunca bir saniye bile göze batmıyor. Bunun da ötesinde her sahne büyük ressamların elinden çıkmışçasına kusursuz. Ingmar Bergman'ın bu filmi çekerken verdiği emeği hayal bile edemiyorum. Doğal mekanların kullanımından tutun da setlerdeki çekimlere kadar tam bir görsel şölen... Karakterlere uygun görülen kostümler bence hiç sırıtmıyor ki Ölüm'ün kıyafeti akla kazınıyor. Siyah beyaz olmasına rağmen sahneye konan kompozisyonun hiçbir unsuru silinip gitmiyor. Hiç fire vermeden göze hoş gelmesi gerekeni sevimli, tüyleri diken diken etmesi gerekeni ürkütücü bir biçimde sunabiliyor seyirciye. Oyuncu yönetimi konusunda da bence çok başarılı bir iş çıkarmış yönetmen. Yakın zamanda kaybettiğimiz Max von Sydow'un muhteşem bir oyuncu olacağı daha o zamanlardan belliymiş. Jöns karakterine can veren Gunnar Björnstrand bence bugün bile etkileyici kabul edilebilecek bir performans sergilemiş. Film altmış beş yıllık bir eser olduğundan o dönemin oyunculuk metotları günümüzdekinden çok farklı ve yer yer tuhaf kaçabiliyor. Zaten bu filmin en büyük gücü metaforik anlatımı ve senaryodaki felsefi ağırlıktan geliyor.


Antonius Block'u ele alarak senaryoyu incelemeden önce dönemi az buçuk anlatmak isterim. Bir tarih öğrencisi olarak Haçlı Seferleri başlığı altında incelenen dönemin rezillikler, kahramanlıklar, çöküşler, yükselişler, hatalar ve dehalar ile süslenmiş, insanlık tarihinin en insansı kısmı olduğunu düşünüyorum. Haçlı Seferleri başlarken zaten Avrupa insanı rahat koşullarda yaşamıyordu. Karolenjiyen Devleti'nin yıkılışının ardından özellikle Orta Avrupa çoklukla şövalyelerin ve asillerin yerel yönetimine geçti. Şiddet tek geçerli otorite oldu desek abartmış olunmaz. Bu şiddet, Cluny hareketi sayesinde 'Tanrı barışı' döneminin başlamasıyla azalsa da başka bir tarafa yönlendirilmeliydi papanın gözünde. II. Urbanus'un Clermont Konsili'nde yaptığı çağrıya binlerce insanın haçı kabul ederek cevap vermesinin sebebi Avrupa'da kıtlık ve toprak azlığı sebebiyle acı çekmenin yaygın olmasıydı. Sefere çıkarak hem sokaklarından bal ve süt aktığı söylenen Kudüs'ü ele geçirecekler hem ana vatanlarındaki kargaşadan uzak kalacak hem de ahiretlerini kurtaracaklardı. Bir papanın başlattığı bu seferlerde dini duyguların harlanması o dönemin insanını çıktıkları sefere bir kutsallık atfetmelerine sebep oldu. Birinci Haçlı Seferleri sırasında Bohemund ve Raymond'un kumandanlığı sayesinde, bilgileri Yeni Ahit'te geçen birtakım tasvirlerden ileri gitmeyen Orta Doğu coğrafyasında edindikleri başarıların yanı sıra açlık, salgın hastalık ve savaş yüzünden mahvolan bir Avrupa insanını görüyoruz. 1101 Haçlı Seferleri'nde Kılıç Arslan'ın üç farklı orduyu art arda tokatlamasının, Musul Atabeyi İmâdeddin Zengî tarafından Urfa'nın fethedilmesinin ardından İkinci Haçlı Seferleri başladı. Bu seferde de Fransa Kralı VII. Louis ve Alman Kralı Konrad'ın yenilmesi söz konusuydu. Selahaddin Eyyubi'nin Kudüs'ü fethiyle başlayan üçüncü sefer ve İstanbul'un yağmalanmasıyla sonuçlanan dördüncü sefer de haçlıları ne mamur etti ne de mahvetti. Bu süreçte haçlılar açlıkla sürekli yüz yüze kaldılar. Kendi ölülerini, kedi, köpek ve fareleri, ağaç kabuklarını, bitki köklerini yemek zorunda kaldılar. Hatta yaşlı Müslümanları kazana atıp kaynatarak, gençleri şişe geçirip kızartarak yediler. Günün sonunda görülür ki Avrupa insanı XI-XIV. yüzyıllar arasında çile, kargaşa, delilik ve öfkenin doruklarında yaşadılar. Bu durumda onları din ve ölüm konusunda sorgulamalara itti.


Haçlı Seferlerinden vatanı İsveç'e dönen Antonius Block'un tavırlarındaki o yorgunluk, usanmışlık ve olgunluk her sahnede görülüyor. Ölüm'ü karşısında kanlı canlı görünce sakinliğini kaybetmeyecek kadar ölümle haşır neşir olmuş muhtemelen. Zaten Ölüm'ün "Uzun zamandır senin yanındayım." demesi de onun daha öncesinde ne kadar can aldığını ortaya koyuyor. Ölüm'ü satranç oynamaya davet etmesi de bir nevi hayata tutunma çabasına dair alegori olabilir ki bu çabanın sebebi hayatı sevmek değil tanrının varlığına dair bilgi edinmekten geliyor. Tanrının varlığını kavrayabilmek için çıktığı yolculuktan dönüşte içi boşalmış, neşeden ve umuttan uzaklaşmış, insanlara karşı duyarsızlaşmış bir hale gelmiş. Zaten az önce belirttiğim gibi kutsal topraklar mücadelesi kan ve gözyaşından ibaret olduğu için insanı sorgulamaya itmesi çok muhtemel bir olaydı. Antonius da bu duruma düşmüş belli ki. İnanmak isteyen ama inanamayan biri olarak somut delillere muhtaç olduğunu belirtiyor. Sebebi de bence kutsal amaçlarla mücadele eden bir şövalye olarak yolculuğunda kutsal bir şeyle karşılaşmaması ne yazık ki. Birinci Haçlı Seferleri sırasında Antakya'daki St. Petrus Kilisesi'nde İsa’nın böğrünü delen kutsal mızrağın bulunması özel bir durum olsa da onun bile etkisi geçiciydi. İlahi olana erişmek için savaşıp insaniyetin dibine inmek insanı üzecektir eminim ki. Bu durumun diyaloğa dönmüş hali Antonius'un Ölüm'e günah çıkardığı sahnede görülüyor. Onu en çok ruhani bozguna uğratan mesele ise bana göre Kara Ölüm denilen vebanın vatanında kol gezinmesi ve özlediği ülkesinin hiç de bıraktığı gibi kalmaması bana göre. Yaveri Jöns'ün veba günlerini çizen ressamla girdiği diyalog da bence enteresandı. Çünkü o dönemin sanatçı tayfasının düşünce biçimini, kilise-sanatçı ilişkisini, halkın kendisine kötüyü hatırlatan sanatçıya bakışını ve korku-düşünce ilişkisini incelemiş tek sekansta. Yaşanılan dönemi çok iyi anlatan bu diyalogda vebanın o dönemin insanı üzerindeki sarsılmaz gücü gözler önüne seriliyor. Ve işin ilginç kısmı halkın vebayı tanrının cezası olarak görmesi... Tanrı buyruğu diye sefere çıkan ve bunun sonucu olarak ruhani olarak boşluğa düşen Antonius'un tanrı cezası diye vebaya boyun eğen ve korkuyla yaşayan halka bakış açısı çok kafa açan bir kontrasttı. Şeytanla birlikte olduğu söylenen kızla ilgili iki sahnede de sorgulaması tanrının varlığına dair bir delil bulma çabası da bence filmin en kritik dönemeçlerinden biri. Orada Antonius istediğini elde etseydi ne olurdu sorusu ayrıca düşünülmesi gereken bir mesele olsa da elde edememesi ucundan kıyısından ilahiyata bağlanan her konunun kendi içinde safi inanca dayalı olduğunu bize gösteriyor.


Jöns'ün de bir yaver olarak sefere şövalyesiyle çıkmış olduğu halde süreci zihninde farklı işlediğini görüyoruz. Bu karakterin sertliği, olayları olduğu gibi yorumlaması, üst alemlere ilişkin çok derin düşüncelere girmemesi bence çoğu insan tarafından elde edilmesi güç olan bir kişilik gelişimi. Zorunluluğa düşünce insanın sorumluluktan koptuğunu düşündürttü bana. Çünkü bir sahnede efendisinin sefere çıkmasına sebep olan, mutlu ve güzel günlerden onu ayıran din adamını -ki bu din adamının sonradan hırsız olduğunu görüyoruz- tartaklaması da zayıf bir intikam çabasıydı. Yüreği soğudu mu diye sorarsak bence asla soğumadı. Çünkü mahvolan on yıl onun ve şövalyesinin yıllarıydı. O sonradan hırsız olan din adamının ölüleri soyan birisi olması da dönemin şartlarını gözler önüne seriyor. Yaşamak için insanın kendi değerlerinden vazgeçmesine sebep olan bir zamanda yaşıyorlar. Jöns'ün karısını ve karısının aşığını öldürmek üzere olan demirciye sufle verdiği sahne benim çok hoşuma gitti. Günümüzde yan karakterler hele ki 'yaver' tipi yan karakterler sırf filmin odak noktası olan kahramanın karizmasını perçinlemek için tasarlanıyor. Omurgasız ve kişilikten yoksun yan karakterler izlemek zorunda kalıyoruz. Ben bu sebeple Jöns'ü karizmatik, iş bitiren, göz korkutan bir karakter olarak dizayn eden Ingmar Bergman'ı takdir etmek istiyorum.


Jof karakteri üzerinden ben esaslı bir sanat güzellemesi yapıldığını düşünüyorum. Filmde ilk kez göründüğü sahnede Hz. Meryem'in bebek İsa'ya yürümeyi öğretişine tanık olması da çok bariz bir gösterge bana kalırsa. Sanatın ve sanatçının ilahi olanla bağını anlatmış ki o dönemden on sekizinci yüzyıla kadar sanat tabiri caizse kilisenin kucağındaydı. Bunun yanı sıra Jof'un eşi Mia ile yan yana geldikleri her sahne sevimli oluyor, çocuklarıyla bir arada olunca sıcacık bir aile görüntüsü çiziyorlar. Antonius görününce iç karartan bu film sanatçı ailenin sahnelerinde yumuşuyor. Filmin ilk yarısında iki ayrı hikayeye tanık olurken siyah ile beyaz kadar farklı olan bu iki element bir araya gelince baskın olan yine Jof ve Mia'nın pozitifliği oluyor. Öyle ki Antonius'un sirke satan yüzü bile gülümsüyor. Jof dayak yese de, aşağılansa da, zorla dans ettirilip tehdit edilse de kendi özünden feragatte bulunmuyor. Eşinin hayal diye adlandırdığı görüler onu son ana kadar bence bu sebeple terk etmiyor. Filmin finalindeki anlatının derinine inince de sanatın ve saflığın önemini bence yönetmen gayet net açıklamış. Bu filmin neden unutulmaz başyapıtlar arasına katıldığını ben çok iyi bir şekilde anladım. Kesinlikle her sinemaseverin izlemesi gereken bir film.


Aguirre, der Zorn Gottes (1972)


Werner Herzog imzasını taşıyan bu film yönetmeni tanımam ve etraflıca araştırmam konusunda beni yönlendirebildi. Doksan üç dakikalık ekran süresine sahip bir filmde düşük tempolu hikaye anlatmak, bunu yaparken de seyircinin dikkatini canlı tutmak hakkı teslim edilmesi gereken bir değer. Doğallık konusunda izlediğim en iyi filmlerden biri diyebilirim. Kıyafetlere eskitme işlemi uygulanması, gerçekçi maketler hazırlanması, kostümlerin oyuncular üzerinde sırıtmaması takdir edilesi bir emek bana kalırsa. Şimdilerin birçok fantastik ya da tarihi filmi mağazadan yeni alınmış gibi duran gıcır gıcır kıyafetler ile bir atmosfer yaratabileceğini sanıyor. Bu film bu konuda bence yeni nesil yapım şirketlerine bir ders vermiş. Filmde dış mekan ve diyalogların çekimleri gereğinden uzun tutulmuş, bu durum seyircinin atmosfere uyum sağlayabilmesi için kasıtlı yapılmış. Yirmi birinci yüzyılın yetiştirdiği bir sinemasever olarak bu türden filmlere ne aşina ne de taraftarım. Halihazırda kısa olan bir filmin içerisinde vakit eritme gibi duran bu türden sahneler biraz tat kaçırıyor. Konunun geçtiği Peru ormanlarının büyüleyici manzarası olmasa çekilecek şey değildi. Bazı kısımlarda "Herzog şu kamerayı oyunculara tut da hikayenin devamını görelim." dedim içimden. Gerçi oyunculuklar ne dost coşturur ne de düşman korkutur cinstendi. Oyunculara verilen direktifler ayrıntılı değilmiş ki herkes rolünü yarım yamalak yansıtmış. Klaus Kinski dışında adını duyurabilmiş hiçbir oyuncuyu barındırmaması bu film hakkında birtakım fikirler verebiliyor.


Aguirre'nin psikopatlığını hissettirmek için konulan sahnelerin bolluğundan bir zaman sonra gına geldi diyebilirim. Karikatürize kötü Perucho, karakter tasarımının inceliklerine vakıf olamamanın bir sonucu bence. Tam olarak tanıyamadığımız ve kişiliğine dair net fikirler edinemediğimiz yığınla insanın olduğu bir filmde rolü poz kesmekten ibaret olan bir karakter koymak çok ciddi bir hata demektir. Aguirre'yi seyirciye çatlak birisi olarak yansıtmışken üstüne Perucho'yu eklemek bu eseri çizgi film standartlarına düşürüyor. Ursua karakterinin bir yere bağlanmayan yan hikayesi de ayrıca can sıkıcı. Filmin ciddi bir bölümünde bu adamı merkeze alan sahneler olunca kendi kendime herhalde senaryoda önemli bir yeri var demiştim. Bu beklentim boşa çıktığı gibi Ursua'nın tek vasfının ana karaktere derinlik katmak olduğunu gördüm. Bunu normal karşılayabilirdim ancak adamın 'elini açmaması detayı' bir yere bağlanmayınca az da olsa sinirlendim. Filmin başlarında kayıp olan iki cesedin de açıklanmaması sallapati yazılmış senaryonun göstergesi. Bir detay veriliyorsa onun altının doldurulmasını talep etmek bir seyirci olarak hakkım diye düşünürüm. Bu konuda film geri kaldığını söyleyebilirim.


Bir filmin ciddi bir kısmı hakkında 'Neden izledim ki ben bunu?' düşüncesine kapılıyorsam vereceğim puan hızla düşüyor. Bu filmde de hem beğenmediğim hem de gereksiz bulduğum çok sahne var. Kölelik, hırs, açlıkla imtihan, ast-üst ilişkisi, işgal ve savunma psikolojisi konusunda filmin verdiği birtakım mesajlar var. Ancak üzerine okuma yapmaya heves ettirmeyen bir iş olmuş. Çünkü görünenden fazlasını ifade etmeyen bir şekilde çekilmiş sahneler. Yine de bu film izleyiciyle arasındaki bağı koparmıyor ve belli bir seviyenin üzerinde kalıyor. İşte bu bir yönetmenlik başarısıdır. Herzog hatalı kararlar verse de sinemanın özünü korumuş, görsel sanat olmanın bütün gerekliliklerini yerine getirmiş. Doksan üç dakikalık filmde görüntü, ses, ışık, sahne tasarımı konusunda bir çapak bile görünmüyor. Bu konuda tertemiz, pırlanta gibi bir iş çıkarılmış. Tekrar izlemeyeceğim bir film olsa da izlediğime pişman değilim.


Bram Stoker's Dracula (1992)


Benim için çok derin anlamlar ifade etmediği gibi kalbimde de özel bir yer edinemedi bu film. Ana kaynaktan kopamadığı için sinemanın doğasına aykırı bir yapım olmuş. Roman ile beyaz perde arasındaki fark görmezden gelinerek yapılmış bir film olduğu her halinden belli oluyor. Sahneler arasındaki bağlantının çok zayıf olduğunu, filmin sonlara doğru gereğinden fazla hızlanıp altı doldurulmamış sahneler yumağına dönüştüğünü görebiliyoruz. Oyuncular ve sahne tasarımları sayesinde bu film sıkıcı olmaktan kurtulmuş. Birkaç defa daha izleyecek olmamın temel sebebi estetik tercih ve filmin genel atmosferi. Hikayesini beğenmeyecek seyirci elbet ki bulunur fakat görsel açıdan tam bir şov olduğunu kimse yadsıyamaz. Bu şov kimi yerlerde gülünç bir hal alabiliyor. Bu durum yönetmenin elinin ayarının olmamasıyla ilgili. Temiz bir görsel anlatısı yok bu filmin. Her mekana ve olaya bir gariplik sıkıştırma çabasından kurtulamayan yönetmen basit bir senaryoyu çok süslemiş. Aşk ve seks üzerinden ilerleyen bir hikaye zaten bütün vampir filmlerinin temelini oluşturur. Vampirin kurbanını boynundan ısırması, bunu açlığını bastırmak için yapıp sonunda bir haz duyması, kurbanıyla arasında iyi veya kötü bir bağ oluşması tamamen cinsellikten kaynaklanan alegoriler. Bu filmde seyircinin üzerine kürekle bahsettiğim alegorilerin boca edilmesi bir noktadan sonra bayağılaşıyor. Halihazırda Lucy gibi sinema tarihinin en boş beleş karakterinin yer aldığı bu filmde kıymetli bazı mesajlar belediye dağıtmış gibi her yere serpiştirilince ziyan oluyor. Aşkın ölümsüzlüğü ve bunun gibi bir sürü ıvır zıvırın konu edildiği bu filmde vampir mitosundaki aristokrasi eleştirisinin zayıf kalmasını hoş karşılamadım. Vampir mevzusu eleştiriden muaf tutulunca ergen fantezisinden öteye geçmiyor. Gary Oldman ve Anthony Hopkins gibi iki muhteşem oyuncunun yer aldığı bu filmde diyalogların da vasat altında kalması acı bir durum. İzlenecek hiçbir şey kalmamışsa izlenebilir belki.


The Devil's Advocate (1997)


Karakterlerin bolluğundan, sürenin gereksiz yere uzatılmasından, diyalogların klişe olmasından ve olayların bağlantısızlığından ötürü izlerken sıkıldığım bir film oldu The Devil's Advocate. İçsel yolculuğuna tanık olduğumuz kişilerin fazlalığı asıl fikre ve olaya odaklanılmasının önüne geçmiş. Hedefe ulaşmaya çalışan bir atletin karşısına çıkarılan engeller gibi bu filmde yan karakterler. Bir kısmının kapı dışarı edilmesi halinde hikaye daha tutarlı bir biçimde işlenebilirdi. Meselenin ne olduğunu unutturacak kadar uzun çekilmiş sahnelerin estetikten ibaret olması, hikayeye katkı sağlamaması seyircinin dikkatini suiistimal ediyor. Nereye temas ettiği belli olmayan, altı doldurulmamış sahneler bir zaman sonra insanı bezdiriyor. Din, hukuk ve algı gibi temelde birbirine yakın temaları elde bolca imkan varken hakkıyla işleyememiş yönetmen. Filmin yoğunluğundan ötürü birtakım kıymetli mesajlar arka planda kalmış. Bozulmuş düzen hakkında seyircinin ufkunu genişletecek fikirler ise çok yüzeysel verilmiş. Bu filmde şeytanın yeri hukukun kudretini anlatan bir reklam panosundan fazla değil. Bunun gibi ilahi aleme dayandırılan diğer unsurlar da klişe ve sahte duruyor. Bu durum da eseri parodi seviyesine düşürüyor. Sudan az önce koparılmış balığın çırpınışını anımsatan oyunculukların üstüne diyalogların kekremsiliği eklenince seyir zevki azalıyor. Keanu Reeves'in herhangi bir anlam ifade etmekten uzak oyunculuğu ile çok sevdiğim Al Pacino'nun karikatürize rolü yan yana gelince tadım tuzum kaçtı. Görsel açıdan döneminin şartlarını yerine getirmiş, bununla yetinmiş bir eser The Devil's Advocate. Genel anlamda beklentilerimi karşılayamayan bu filmi tavsiye etmekten imtina ediyorum.


28 Days Later (2002)


Zombi filmlerinin çoğu ucuz aksiyona düşmeye meyillidir. Ağzından salyalar saçarak koşuşturan sürüsüyle oyuncunun suratına kırmızı boya sürünce iyi bir film çektim zanneder yönetmenler. Bilinçten ve mantıklı düşünme yeteneğinden yoksun yaratıkları filmin odağı kılmak yerine bu filmdeki gibi ana hikayenin destekleyici unsuru yapılırsa ortaya iyi bir iş çıkabiliyor. Sonuçta bir seyirci olarak karakterlerin vereceği karar ve tepkiler bizim için önemli. Onların hayatta kalma iç güdüsüyle davranması, iyiyi ve kötüyü sorgulaması, kritik kararlar alması bizim için üzerine düşünülmesi gereken konular oluyor. Ayrıca bu film zombi klasiklerinin arasından sanatsal yönüyle de sıyrılan bir eser. Öyle ki düşük bütçesinin yarattığı dezavantajları ortadan kaldırıp görsel ve işitsel olarak pozitif bir noktaya gidebilmiş. Sahne tasarımları ve müzik kullanımı seyirciye doğrudan bir duygu vermeye yönelikti. Rock-metal şarkısı yapıştırayım arka plana seyirci coşsun demek yerine ağır ağır işlenen bir senaryonun ruhuna uygun müzikler seçilmiş. Ana karakter Jim'in boş sokaklarda yürümesinden halihazırda birileri tarafından kullanılan mekanların haline kadar kurduğu atmosferi bozmayan bir film. Atmosferin bozulmaması seyircinin hikayeden kopmamasını sağlıyor. Aslında filmin ne anlattığından hızlıca kopabilir bir izleyici çünkü olaylardan daha çok durumlar ve karakterin iç dünyası öne çıkıyor. Kıyamet sonrası bir dünya nasıl olur ve insanlar buna nasıl tepki verir sorusuna elle tutulur cevaplar verilebilmiş. Her karakter, kişiliğine ve davranış sistemine uygun olan tepkiler verip, cümleler kuruyor. Bu çoğu zombi işinde olmaz çünkü çoğu zombi işinde elinde makineli tüfek olan bir grup adamın hastalanmış insanları vurmasını izlemekteyiz. 28 Days Later bu ucuzluğa düşmemiş. Hastalığın nasıl yayıldığı sorusuna içinde mesaj barındıran bir cevap vermek istemiş yönetmen. Bunu da takdir ediyorum. Naomie Harris ve Cillian Murphy haricinde oyunculuğunu beğendiğim pek kimse olmadı. Günün sonunda 28 Days Later benim tavsiye edeceğim bir film oldu.


Wristcutters: A Love Story (2006)


Ben çok sevdim bu filmi çünkü kendisini asla ciddiye almayan ve bunu haylaz bir çocuğun sevimliliğiyle yapan bir film. Kesinlikle sekiz defa daha izlerim ve hepsinde ilk izlediğimdeki keyfi alırım. Çünkü olaylar garip bir dünyanın içinde gerçekleşen birtakım komikliklerden ibaret ve karakterler çok güzel dizayn edilmiş. Zia'nın ve Eugene'in boş muhabbeti bile beni eğlendirmeye yetti. Aşağıdaki ucube filmin işlediği temayı çok daha kabul edilebilir bir biçimde ele almış. Eğlenceli ve ciddi ele alındığı zaman bile boşluğa düşmeyecek bir film çekilmiş. Herkese tavsiye ederim.


Le Magasin des Suicides (2012)


Filmin ilk yirmi beş dakikası ortalamanın biraz üstünde, yaratıcı bir fikrin imkanlar dahilinde hayata geçirilmesi gibi duruyor. İntihar gibi son derece acı bir meseleyi kara mizah yoluyla eğlenceli bir biçimde yansıtmışlar. Müzikal sevmeyen biri olarak bu filmin şarkılı kısımları Fransızcanın kulağa çok hoş gelmesinden ötürü beni yormadı. Çizim tarzı, benim gibi anime severler için farklı bir tat olacaktır. Filme dair söylenebilecek iyi şeyler bundan ibaret. Film otuzuncu dakikaya vardığı zaman tam bir aptallık şölenine dönüşüyor. Kötü film nasıl yapılır konusunda akılda soru işareti bırakmayan türde bir örnek. Senaryonun eli yüzü düzgün kısmı geçtikten sonra gelişen bütün olaylar altyapısız, tesadüfe dayalı ve anlamsız bir şekilde gerçekleşiyor. Karakter gelişimi denilen durumu senarist ömrü boyunca duymamış, duyduysa da anlam verememiş. Bir karakterin başına gelenler onu kişilik olarak değiştirmiyorsa şahit olunan hikayenin hiçbir anlamı kalmaz. Bu film de bu sebeple kolayca unutulacaklar listesine girmiş. Buna ek olarak karakterler seyirciye tanıtılma şekillerine hiç uymayan kararlar veriyor. Reaksiyon mekanizması olmayan, tutarlı hareket etme güdüsünden yoksun insanları seksen dakika boyunca izlemek ciddi bir zihinsel hasar veriyor izleyiciye. Son olarak bu filmdeki bir yere bağlanmayan, hiciv veya mesaj verme amacı taşımayan ahlaka aykırı sahnelerin art arda gelmesi asabımı bozdu. Çocuklar da izleyecek diye intihar mevzusunu hakkıyla ele almayıp çocukları psikolojik açıdan olumsuz etkileyecek sahneler koymak ayıptır. Üstelik bunu reşit olmadıkları belli olan karakterler üzerinden yapmak daha da büyük bir ayıp. İzlemeye değmeyecek bir film bana göre.


The Wailing (2016)


Övmeye nereden başlasam diye kara kara düşündüm bir süre. Gerçekten korku-gerilim türünde uzun zamandır bu kadar kaliteli bir eser tüketmemiştim. The Wailing senaryo ve yönetmenlik konusunda hiç abartısız bir başyapıttır. Ben bu filmi alır The Thing'in yanına koyarım ki bu bile ne derece sevdiğimi göstermiş olur. Çekimlerdeki gösterişten uzak, bir çiçek gibi zarif, yeri gelince kabus gibi sert tavır beni mest etti. Her sahne bir amaca yönelik olduğundan, ses ve ışıklandırma ile sahnenin hangi duyguya hizmet ettiği belli olduğundan iki buçuk saat boyunca ekrana kilitlendim. Bu sebeple filmden kopmak güç olduğu gibi bazen duygu yoğunluğundan mola vermek bile geçti içimden. Başarılı kadrajlamalarla doğayı çok güzel kullanmanın yanı sıra şehirde geçen sahneler de hiç sırıtmıyor. Makyajlar Gerçekten çok temiz bir film ki işin içinde bu kadar şüphe ve çelişki varken temiz eser çıkarmak övülesi bir meziyet bana göre. Bu filmin yönetmeni Na Hong-jin'i alkışlarla daha fazla film çekmeye uğurluyorum.


Jong-Goo karakterinin kişiliği, onun ailesi ve çevresiyle ilişkisi, tavırları, ses tonu ve mimikleri o kadar sade ve doğal ki sanki Güney Kore filmi izlemiyormuşum da birisi dayıma kamera tutmuş gibi hissettim. Bunun sebeplerinden biri de yönetmenin işlediği konseptleri çok iyi tanıması bana göre. Sürekli bir koşuşturma ve yorgunluk halinde olan polis memuru bir baba karşılaştığı olaylara nasıl tepki verir diye ayrıntılı olarak düşünmüş olsa gerek. Hikayenin gerilim dozu arttığı zaman bu karakterin tepki ve karar süreci de düzenli olarak değişip bulanıklaşıyor. Bu durum, Jong-Goo'nun ruhsal serüvenine yakından tanık olduğumuz için batmıyor aksine onun aldığı kararlara hak verir konuma geliyorsunuz. Ben filmin birçok yerinde "E adam başka ne yapabilir böyle bir durumda!" deyip durdum. Jong-Goo gibi ben de boşluğa düştüm, gerildim, korktum, üzüldüm, sinirlendim. Bu duyguların hepsini fazlasıyla vermiş olduğu için Na Hong-jin'i tebrik ettiğim gibi sırf seyirciyi koltuğundan bir saniyeliğine zıplatmak için jump scare yapmamış olmasını da takdir etmek istiyorum. Eserini ucuzlaştırmadan, hikayesine güvenerek iş yapan özgüvenli yönetmenleri artık mumla arar olduk. Bu konuda da ilaç gibi geldi The Wailing. Antagonist diyebileceğimiz üç karakter üzerinden devamlı bir sorgulama nöbetine girmek de bana çok büyük bir keyif verdi. Zaten filmin sırtını dayadığı en önemli unsurlarından biri "Acaba Jong-Goo şimdi ne yapacak?" sorusuyla birlikte "Kim suçlu?" sorusu bana göre. Bu da tüm film boyunca canlı tutulmuş diyebilirim. Filmi spoiler vermeden anlatmaya özen gösterdim çünkü çok özel bir deneyimdi ve bundan faydalanmanızı istiyorum. Yerinizde olsam bir an önce izlerdim.