Marathon Man (1976)


Eski sinemacılık anlayışının seyirciyi yorma ihtimali çok yüksek bana göre. Bazı başyapıtların anlatım ve sanatsal zenginliği fark etmemizi güçleştirse de günümüzde kullanışsız olan görsel tercihleri var. Bu filmde de olan yüze yakın çekim, değerli bir eşyaya parlama efekti vermek, aksiyon sahnelerini çok fazla kesmek gibi zorunluluktan doğan uygulamalar günümüz seyircisine yabancı geldiğinden bağ kurmak zor oluyor. Kamera, ışık ve ses gibi teknolojik ilerlemeleri bir kenara koyduğumuz zaman da görülmektedir ki sinemacılık anlayışı tahminlerin ötesinde bir gelişme kat etti. Bu gelişmenin sonucu olarak her kademeden geniş bir sinemacı kitlesi temiz ve akıcı bir görsel kalite elde etti. Bu sebeple güncel filmlere alışmış insanlar için klasikleri yorumlamak hatalı bir eylem olabiliyor. Mean Streets ve Midnight Cowboy gibi filmleri övüldüğü kadar beğenmemiş ben de bu tezi kanıtlar vaziyetteyim. Ancak Marathon Man, benim beğenimi Dustin Hoffman'ın muhteşem oyunculuğu ve senaryonun kalitesi ile kazandı. Büyük oyuncunun başarısını duygusal olarak yükseliş ve süreklilik taşıyan sahnelerdeki performansı kanıtlıyor. Hikayenin ilerleyişiyle birlikte doğan hüzün, heyecan, öfke ve korku gibi duyguları sesinde ve yüzünde abartmadan, doğal, tertemiz yansıtmış. Dustin Hoffman'ın beraberindeki oyuncular da gayet iyi bir performans sergilemişler. Laurence Olivier gibi usta isimlerin varlığı da filme ciddi katkı sağlamış. Sahne ve ses tasarımları idare eder vaziyette diye düşünüyorum ama o devrin bakış açısı farklı olabilir.


Thomas Babington adındaki ana karakter, bence günümüzdeki gerçekliğe dahi uygun biçimde tasarlanmış. Hepimiz gibi bilinçaltında aşamadığı bazı takıntılara sahip sıradan bir üniversite öğrencisi sadece. Bu sebeple bağ kurmamız işten bile değil. Geçmişinden gelen izi silmek, geleceğe iz bırakmak gibi amaçları olması bana Babington'ı sevdirdi. Bununla birlikte beyaz perdede pek sık rastlamadığımız üzere onun tarih öğrencisi olması da ayrıca hoşuma gitti çünkü ben de üçüncü sınıfı tamamlamış bir tarih bölümü öğrencisiyim. Filmin yönetmeni John Schlesinger, odak noktasına aldığı Babington'ı izlenilesi ve ilginç kılmak için gösterdiği özellikleri abartmadan, yerli yerinde kullanmış. 'Amerikan politikasında zorbalık' gibi bir konuyu doktora tezi olarak seçmesindeki sebebi ailevi sorunlara bağlaması, bunu hikaye içerisinde birkaç kez karakterin iç dünyasını açığa çıkaracak biçimde kullanması bana ders niteliğinde oldu. Bir karakter yaratılırken tipleme olmaması ve zihinsel derinliğe sahip olması için bazı gizli yanlar verilmesi en iyi çözümdür. Aksi takdirde karakter görünenden daha ayrıntılı bir hal almaz. Filme ismini veren maraton tamamlama hedefi de hikayenin can alıcı ve heyecanlı kısmında pay-off olarak kullanılmış. Babington'ın kendisini kovalayan katillere karşı koşu yeteneğine güvenmesi ekran süresinde ciddi bir yer tutan koşma sahnelerine anlam veriyor. Ancak burada ince bir husus var ki maraton koşucusu olması acemi bir biçimde karakterin travmasına bağlanmamış. Bir insanın her özelliği sadece berbat anılardan doğmadığı gibi her arzusu da illa bir yarayı kapatsın diye doğmaz. Babington maraton koşuyor çünkü maraton koşmak istiyor. Bunu zorlama varoluşsal sancılara bağlayıp karakteri iyice karikatürize etmenin bir alemi yok. Bu açıdan Babington hem senaryo matematiğine uygun, hem keyifle izlenebilen hem de gerçeğe uygun bir karakter olmuş.


Filmin ilk yarısında birbirinden bağımsız ilerleyen Doc ve Babington'ın hikayesinin ikinci perdede birleşmesi hoşuma gitti. Sahnelerin heyecan dozunun yüksek olmasından ötürü bağlantısız sahneler beni sıkmadı. Bağlantı kurulduktan sonra ise her sır yerli yerine oturdu. Ağabey-kardeş ilişkisinin detayları verildikçe Babington'ın ne kadar sıradan bir insan olduğunun altı çiziliyor. Doc uluslararası suç olayları ekseninde polis ve suçlular arasında casus-kuryelik yaparken Babington dağınık öğrenci evinde kuzu gibi oturup tez yazıyor. Gerçek hayatta da bizim gibi insanlar büyük bir oyun sahnesinde kürdan kadar yer kaplıyoruz ve çoğunlukla etrafımızda ne döndüğünün farkında değiliz. Oyunun merkezine gelmediğimiz müddetçe herhangi bir karar ve tepki verme fırsatımız olmuyor. Babington da hiçbir bilgisi olmadığı bir meselede Szell tarafından kıskaca alındığı zaman oyunun farkına varıyor. İnsan olmanın en temel özelliklerinden birisi yaşananlara tepki vermek ve buna bağlı olarak değişim/gelişim yaşamak olduğundan Babington da her sahnede bir öncekinden başka bir ruh haline bürünüyor. Bu açıdan ana akım medyanın prensiplerinden vazgeçmeyen kahramanlarından kesin çizgilerle ayrılıyor. Köşeye sıkıştırılan bir fare kadar cesur, kendi hayatından başka kaybedecek bir şeyi kalmadığı için pervasız bir karakter Babington. Filmin sonunda onun ulaştığı kişilik, hayatının geri kalanında asla aynı olmayacağını gösteriyor. Bu durum da seyirciye 'ben bu filmi boşuna izlemedim' dedirtiyor.


Filmin antagonisti Szell'in hikayesiyle güvensizlik konusu gayet güzel işlenmiş. Onun şeytani zekası ki Auschwitz Kampı'nda Yahudilere işkence etmiş bir doktor olduğundan hakikaten şeytani olan zekası ona bir noktaya kadar yardım ediyor. Birden fazla güç odağının mücadelesinde zeka ve kurnazlık şahsa sadece karşısında mantıklı kararlar alabilen bir düşman varken fayda sağlar. Ancak can korkusuyla korkutulmuş, öldürme arzusuyla çıldırmış, ağzından köpükler saçan bir adama karşı bu zeka hiçbir işe yaramaz. Onun işkencesi sonucunda bu hale gelmiş Szell'in düşmanı, yani Babington haklı olduğu kavgasının kazananı olunca bir seyirci olan bana adaletin uygulandığına dair izlenim bıraktı. Bireysel adalete inanan bir insan olmadığım için bu hikayenin sonunu savunmayacağım ancak Babington'ın başka seçeneğinin olmaması onu suçsuz görmeye sevk etti beni. Günün sonunda ben Marathon Man'i hem sevdim hem de kaliteli buldum.


Hotaru no Haka (1988)


Hiçbir film, roman veya şiir benim canımı bu kadar çok yakmamıştı. Ciğerimin alev alev yandığını hissettim. Film bittiği zaman yutkunamadım, konuşamadım. Hayatım boyunca unutamayacağım muhtemelen. Hazmetmesi zor bir film olduğu için tekrar izleyebilecek gücü kendimde bulabileceğimi sanmıyorum. Savaş çığırtkanlığı yapan, vicdanı körelmiş, hayatın acı gerçeklerinden habersiz kim varsa izlemeli, izletilmeli. Eminim ki bir sürü insan savaşın gösterişli bir eğlence olduğunu zannediyor. Fakat savaş Erasmus'un da dediği gibi yaşamayana tatlı gelir. Yiyecek taze ekmek, içecek temiz su, başını sokacak bir çatı bulamazken, sevdiklerinin cesetlerini taşımak zorunda kalırken bir insanın savaşı övemeyeceği ortadadır. Bu filmde muzaffer komutanların tarihini okurken fark edemediğimiz, madalyonun öteki yüzünde yer alan masum sivillerin hayatını o kadar doğru ve duygulu yansıtmışlar ki etkilenmemek, kalpte bir çarpıntı hissetmemek elde değil. Sadece Türk tarihinin değil dünyanın da görmüş olduğu en büyük kumandan ve devlet adamlarından biri olan Mustafa Kemal Atatürk'ün "Mutlaka şu ve bu sebepler için, milleti savaşa sürüklemek taraftan değilim. Savaş zorunlu ve hayati olmalıdır. Gerçek kanaatim şudur: Milleti savaşa götürünce vicdanımda azap duymamalıyım, öldüreceğiz diyenlere karşı, ölmeyeceğiz diye savaşa girebiliriz. Lakin millet hayatı tehlikeye maruz kalmıyorsa savaş cinayettir" sözünü hatırladım izlerken. Bu sözü söyleyenin hayatını cephelerde geçirdiğini, son on beş yılını bu cephelerde alınan yaraları sarmak için harcadığını düşünürsek daha fazla söz sarf etmenin gereksiz olduğunu anlayacağız. Ana kucağından alınan gençleri başka topraklarda ölümle burun buruna getirmenin erdemli bir yanının olmadığı aşikardır. Toprak kazanmanın veya üstünlüğünü kabul ettirmenin bilgisayar oyunlarında harita boyama gibi gerçekleşmediğini bilmek gerekir. Siyasi hiçbir suça ortak olmayan halkın açlıkla, hastalıkla ve ölümle sınanması hiçbir zaman aklanmayacak bir utanç. Bugün dünyanın dört bir yanında insanlar sevdiklerinin ve kendisinin bir sonraki gün hayatta kalıp kalamayacağını dert ediyor. Bu durum gelişme ve ilerleme denilen kavramların henüz insanlık için geçerli olmadığını gösteriyor. Bir avuç aptalın tarih sahnesinde yeri olsun, kendi egoları tatmin olsun diye çıkardıkları savaşların açtığı yaraları gözler önüne sermiş bu muhteşem yapıt. Bu eserin ortaya çıkmasında emeği geçen kim varsa adı altın harflerle yazılmalı. Yönetmeni Isao Takahata için elleri öpülesi bir sanatçı diyebilirim bütün samimiyetimle. Ateşböceklerinin onu ebedi uykusunda yalnız bırakmamasını dilerim. İzleyin, izlettirin, düşünün ve sevin.


Cape Fear (1991)


1962 yılındaki aynı isimli filmin yeniden çevrimi olduğu için Scorsese bazı çekim tekniklerini birebir uygulamış gibi hissettim. Görsel tutarlılığı bozan bu durum dikkatimi dağıtsa da finaldeki kargaşalı hale kadar görüntü yönetmenliği konusunda iyi iş çıkarılmış. Bununla birlikte gerek oyunculuklar gerekse hikaye beni kendine bağladı. Öyle ki bu filmin neden gözden kaçırılmış, unutulmuş olduğunu sorgulattı bana. Karakter tasarımları bence türevlerinden keskin çizgilerle ayrılıyordu. Max Cady'nin sinema tarihindeki incelenmesi gereken karakterlerden biri olduğunu söyleyebilirim. Oyuncuların da rolünü iyi üstlenebildiği bence herkesçe kabul edilebilir. Robert De Niro'nun kusursuz bir performans sergilediğine yine şahit oluyoruz. Ben onun kötü bir karakteri canlandırmasını çok özel buldum. Nick Nolte ve Jessica Lange da adeta gerçek bir çiftmiş gibi oynamışlar. Juliette Lewis insülin ilacını alamamış bir şeker hastası gibi rol yapsa da bu film çekilirken sadece on sekiz yaşında olduğu için onu yargılamıyorum bu konuda.


Senaryo matematiğini incelediğimizde çok enteresan bir filmle karşılaşıyoruz. Hikayenin antagonisti Max Cady olsa da karşısına rakip diye çıkarılabilecek net bir isim yok. Avukat Sam Bowden bir protagonist sayılsa da onunla tam anlamıyla bir duygusal özdeşlik kurmak zor. Eşini aldatmaya meyilli olması, kızını gereğinden fazla baskı altına alması, mesleğini hakkıyla yapmaması gibi unsurlar onu sevimli bir ana karakter olmaktan uzaklaştırıyor. Bazı açılardan Max'in gazabını hak ettiğine dair aşırıya kaçan bir yorum yapmak bile mümkün. Mesleki ahlaka uymayıp Max'in hapishanede hak ettiğinden daha uzun süre kalmasına sebep olan Sam, onun bir manyağa dönüşmesinde dolaylı da olsa pay sahibi. Hapishanede on dört yıl kalan Max'in bahsedilmesi can sıkacak kadar kötü olaylara maruz kalması onun zaten bozuk olan ruhunu daha da vahşileştirmiş. Burada hapishane kurumunun rehabilitasyon konusundaki yetersizliğine değinmek lazım. Bir suçlunun topluma geri kazandırılması isteniyorsa onu kendisi gibi bir yığın ruh hastasıyla birlikte koğuşa tıkmaktan belki de vazgeçmeliyiz. Çünkü kümes hayvanı muamelesinin sıradan ve sağlıklı bir insanı bile hasta edecek kadar kusurlu bir uygulama olduğu kanıtlandı artık. Bu uygulamanın harcadığı suçlulardan biri olan Max'in zor şartlar altında kendini geliştirebildiğini görüyoruz. Okuyup yazmayı, edebiyat ve hukuku öğrendiğinin bahsi geçiyor filmde. Yani suçluların doğru bir iyileştirme politikasıyla doğru yola sevk edilip topluma kazandırılabileceği izlenimini uyandırdı bende. Bu yorumlarım sempatik bir yaklaşımla Max'in masum olduğu anlamına gelmesin. Sonuçta hapse tıkılmadan önce de tecavüze ve şiddete yeltenecek kadar hasta ruhlu birisi Max Cady. Bu sebeple onun geçmişindeki ve film içerisindeki eylemlerini aklayacak halim yok. Sam'i cezalandırmak için ailesine musallat olması ne adalete ne de vicdana uygundur. İntikam alma çabası tamamen saf nefretten besleniyor. Finale kadarki eylemlerinin hukuka uygun olması ve normal birisi izlenimi veren kibarlığı onun sinsiliğini gösteriyor. Zaten Sam'in kızı Danielle'i kibarlığı ve kültürüyle etkileyip kendine bağlaması da bu sinsiliğin en açık göstergesi. Bu açıdan Max'e karşı önlem almak güçleşiyor ve kendisini ilginç bir antagonist yapıyor.


Perfect Blue (1997)


İyi bir anime filmi olmasından öte izlediğim en sağlam eserlerden birisi oldu Perfect Blue. Hikayenin başlangıcından ötürü manasız bir önyargı içindeydim. İzlemeden önce bana hitap etmeyeceğini düşünüyordum. Kendini kanıtlaması için bir fırsat verdim ve film gözümde Fight Club mertebesine erdi. Bu seviyede bir hikaye anlatıcılığını Fincher, Nolan ve Lynch filmlerinde bulabiliyorum. Filmin yönetmeni rahmetli Satoshi Kon ve senaristi Sadayuki Murai inanılmaz bir performans sergilemiş. Müzik konusunda övgü veya yergi yapamayacağım çünkü hakim olmadığım bir tür olan pop müzik tercih edilmiş. Ses tasarımı konusunda bayağı iyi. İkinci yarısından sonra gerilmekten karnım ağrıdı. Çizimler gayet kaliteli. Günümüz shounen anime dizilerindeki görsel zenginliği beklemeyin. Bu film hem seinen hem de yirmi beş sene önce üretilmiş. İncelemeye geçmeden önce tavsiye konusuna değineyim. Bu filmi tavsiye etmem koşullara bağlı. Hassas bir bünyeye sahipseniz, reşit değilseniz, kolayca tetikleniyorsanız bu filmi izlemeyin. İzlemeye karar verdiyseniz seksek dakikalık bir düşünce sınavına hazır olun.


Orta karar bir J-Pop idollüğünden emekli olup aktrisliğe soyunan Mima Kirigoe'nin başına gelenleri izliyoruz filmin genelinde. Bu mesele hikayenin çekirdeğini oluşturuyor. Çiğ bir konu olarak görünse de meyvenin kendisi çok lezzetli. Aslında benim önyargımın kaynağı buydu. Uzakdoğu popuna ilgi duymayan biri olarak bir eski J-Pop idolünün hikayesi umurumda olmaz diye düşünmüştüm. Kariyer hedefi olarak koyduğum sinema sektörüne geçildiği zaman ilgi ve dikkatim tavana vurdu. Sinema sektörünün sütten çıkmış ak kaşık olmadığını biliyoruz. Hatta lağımdan çıkmış fare bile diyebiliriz. #metoo hareketi sırasında birçok makam sahibinin ne kadar alçalabildiğini öğrendik. Mima'nın hikayesinin de tozpembe olmayacağını tahmin etmiştim. Rol aldığı dizide yeterince sahnesi yok diye tecavüz sahnesi yazılması, yıldızı parlasın diye çıplak fotoğraflarının çekilmesi tahmini doğruladı. Bu sektörde maalesef kadınlar seksi olduğu kadar şöhret ve başarıya ulaşabiliyor. Mima nispeten daha rahat olduğu müzik sektöründen çıkıp sinemaya adım atınca bu zorbalığa maruz kalıyor. Kendisi bu rezillikleri göze almış, iyi bir aktris olmak için fedakarlık yapmaya razı olsa da ben Mima'nın başına gelenlerden rahatsız oldum. Bir gün sinema sektöründe yönetmen veya senarist olarak yer alırsam bu türden taleplerin nelere yol açabileceğini hafızamın bir köşesine yazacağım. Amacım aktrislerin tercihlerini, meslek ahlakını sorgulamak değil. Sadece birileri yükselmek için böyle merdivenlerde yürümek zorunda kalmamalı diye düşünüyorum.


Filmi izlerken tahammül sınırlarımı zorlayan sapık yanımda olsa sağlam bir tokadı yapıştırırdım suratına. Bir ünlüyü sevmek, beğenmek, takdir etmek veya örnek almak ayıp değil. Hatta bunlar kişisel gelişimin bir yolu olabilir. Ben de yönetmenlikte Scorsese ve Kubrick'i, fantastik edebiyatta Kentaro Miura ve Tolkien'i, şiirde İsmet Özel ve Edip Cansever'i örnek alıyorum. Onların seviyesine ermek benim için bir hedef. Bu bana esaslı bir motivasyon sağlıyor. Bu filmdeki adamın sapık olmasının sebebi sevmenin dozunu tutturamaması ve dillere destan salaklığıydı. Birinin mesleği ne olursa olsun özel hayatına müdahale etmek, yaşantısını takip etmek, onun adına halka açıklama yapmak kabul edilebilir türden değil. Bu meseleye değinmemin sebebi günümüzün en büyük sorunlarından birisinin bu olması. Ülke ayırt etmeksizin söylüyorum ki artık halka birini beğenmek yeterli gelmiyor. Ünlüler sürekli ve her mecradan takip ediliyor, laf edilmesine izin verilmiyor, her eserine kutsal emanet muamelesi yapılıyor. İnsanlar artık sevdiği sanatçıyı Mesih sanma hatasına düşüyor. Hata ve başarıyı tanımlamak faydalıdır. Örneğin ben Scorsese'nin Mean Streets filmini pek beğenmemiştim. Kubrick'in The Killing filmini sıradan bulmuştum. Bunu gönül rahatlığıyla söyleyebiliyorum çünkü ne Scorsese ne de Kubrick benim peygamberim değil. Peygamberim değil diyorum çünkü bu insanları sevmemin sebebi saf bir inançtan gelmiyor. Koşullara bağlı ve koşullar değişirse tavrım da değişir. Zaten bu filmdeki sapığın ve gerçek dünyadaki milyonlarca insanın çizgiyi aşmasının sebebi gönüllü ilahlaştırma bana göre. Ünlüyü erişilemez ve kusursuz görmenin sonucunda ünlü insan olma sıfatını üzerinden otomatik olarak atıyor. Oysaki ne alakası var, bu insanlar sen ilgi gösterdiğin sürece var olabiliyor, hayatını kazanabiliyor.


Peşine takılan sapığı fark ettikten sonra Mima'nın ruh sağlığı yerle bir oluyor. Bu filmi Fight Club'a benzetmemin sebebi de bu noktadan sonra kendini gösteriyor. Fight Club da gerçekliği finale kadar sorguluyor, finalde yaşananlar sayesinde filmin gerçeğini anlayabiliyorduk. Bu filmin güzelliği ise gerçek nedir, hangi kısımları ne kadar Mima'nın yanılsamaları emin olamıyoruz. Finalde tam anladım dediğim noktada Mima'nın bir repliğiyle yine sorgulamaya başladım. Bu his çok özel ve nadiren başıma gelen bir durum. Senaristin başarısı da burada. Tutarlı ve etkileyici biçimde bozulmuş ruh sağlığını anlatabilmiş. Mesajı asla diyaloğa dökmemiş, açıklama gafletine düşmemiş. Bu seyirciye saygı duymaktır bana göre. Ben geri zekalı muamelesi gördüğüm, açıklama üzerine açıklama duyduğum eserlerden haz etmiyorum. Ben isterim ki açık arazide at koşturayım, neyi hayal ettiysem ona inanayım, gerçeği ve doğruyu bugüne kadar geliştirdiğim genel kültürüm sayesinde yorumlayayım. Açıklama yapıldığı zaman benim hiçbir özgürlüğüm kalmıyor, senaristin de sanatçılığı su götürüyor. Bu açıdan Perfect Blue alnından öptüğüm bir eser oldu. Birkaç kez daha izlerim muhtemelen. Az önce belirttiğim gibi bünyenizin kaldıracağını düşünüyorsanız siz de izleyin derim.


Jin-Roh (1999)


Girift bir yapıda ilerleyen senaryosu ve çizim tekniğinin sadeliği sayesinde sıradan bir anime filmi gözüyle bakmanın haksızlık olacağı bir yapım. Japon anime kültüründe seinen olarak geçen, yetişkinlere yönelik bir eser Jin-Roh. Şiddeti ve karakterleri estetik gösterme çabasına girmeden temiz bir görsel tasarım yoluyla derdini anlatıyor. Anime dünyasına giremiyorum, bu kültüre karşı önyargılıyım diyorsanız Jin-Roh'a bir şans verin derim. Yönetmen Hiroyuki Okiura ve senarist Mamoru Oshii ortalamanın üzerinde bir eser yaratmış. Hiroyuki Okiura sektörde bilinen bir isim zaten. Mamoru Oshii ise sinemaseverlerin bağrına bastığı Ghost in the Shell'in yaratıcısıdır. Müziği de çok sevdiğim Hajime Mizoguchi bestelemiş. Kısaca söylemek gerekirse Jin-Roh sektörün en büyük isimleri tarafından yaratılmış bir eser. Tavsiye etmemek gibi bir durum söz konusu değil sinemaseverler için. Mutlaka izleyin ve kültürünüzde yer edinsin. Baştan uyarmam gerekir ki bu film herkesin tüketmesi için üretilmemiş. Hikayenin anlaşılması için çaba harcanmamış. Dikkatiniz bir an bile kaybolursa hikayeden bütünüyle kopabilirsiniz. Finalde kaybettiğiniz kısımları diyaloglar aracılığıyla toparlayabilirsiniz ama bu alacağınız zevki etkileyebilir. Bu sebeple Jin-Roh'a girmeden evvel temiz bir zihinle bilgisayar başına oturduğunuza emin olun. Filme başlamadan önce başım ağrıyordu. Bu yüzden odak sorunu yaşadım ama izlemesi keyifli olduğundan benim için bir sorun yaratmadı.


Bu eser Kırmızı Başlıklı Kız'ın modern bir uyarlaması olarak adlandırılabilir. Mezkur masal, filmin hikayesi ilerlerken sahnelere uygun bir biçimde yedirilmiş. Beni tongaya düşüren de bu oldu. Kırmızı Başlıklı Kız'dan bahsedildiği sahneler hikayeye, diyaloglara ve karakterin iç dünyasına uygun olduğundan ben buradan gelecek bir sürpriz beklememiştim. Müzede gösterilen ilk twist zayıf olduğundan ilgim azalmıştı. "Vay! Bir karakteri normal birisi sanıyorduk. Meğerse o yemmiş." gibi bir twist 1999 senesi için bile eski kalıyor. Film bundan ibaret olsa ciddi anlamda kızardım. Dürüst olmak gerekirse finaldeki açıklamalar ve yaşananlardan sonra ciddi anlamda etkilendim. Fuse karakterinin başına gelenler de içinde bulunduğu durum da gayet yaratıcı ve farklıydı. Bu filmi analiz etmeyeceğim çünkü mesajdan çok hikaye ön planda. Mesaj namına devlet kurumları arasındaki güvensizlikten bahsedebilirim ama yemişim devlet kurumları arasındaki güvensizliği. Tüm gün odasından çıkmayan, cips yiyip anime izleyen birisi olarak beni hiç alakadar etmiyor devlet kurumlarının birbiriyle münasebetleri.


Eternal Sunshine of the Spotless Mind (2004)


Bana hoş vakit geçirtse de kalbimde özel bir yer edinemedi nedense. Bu yüzyılın bir filmi olsa da bana biraz vakti geçmiş, eskimiş gibi hissettirdi. Hafıza konusunu işlediğinden ucundan bana 1990 yapımı Total Recall'u hatırlattı ama ondan birkaç sene daha önce çıkmış gibiydi. Tabi bu noktada yönetmenlik ve görüntü yönetmenliğine değinmek gerekiyor. Görüntü yönetmeni Ellen Kuras isimli hanımefendi işinin ehli ve çalışkan bir sinemacıymış. Kadrosunda yer aldığı filmlere hakim değilim ancak belli bir standardı olduğu ortada. Bu filmde odağın kaymasını ve bulanıklığı zihinsel alemin bir tezahürü olarak benimsemiş. Ancak bu durum filmin genel görsel dünyası içerisinde çok sakil duruyor. Ana karakterimiz Joel'in hafızasında geçen bazı sahneleri korku filmi gibi tasarlaması, bulanıklaştırıp karartması çok gereksiz bir tercihti. Bu tercih diğer sahnelerin birbiriyle olan uyumunu bozduğu için de görsel devamlılığı sekteye uğratıyordu. İzleyici zaten hikayenin Joel'in zihninde geçtiğini biliyor. Bunun altını çizmek için ayrıca sahne tasarımını değiştirmenin bir gereği yoktu. Filmin yönetmeni Michel Gondry'i biraz araştırınca yetenekli bir sanatçı olduğunu fark ettim. Bu filmde de iyi bir iş çıkardığını gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Ona yöneltebileceğim eleştiri biraz daha konsantre bir eser çıkarabileceğidir. Joel'in pişman olup Clementine'i unutmak istemediğine karar verdikten sonraki sahneler çok uzun ve birbirinin tekrarıydı. Bu sahnelerin Joel ile Clementine arasındaki ilişkiyi detaylandırıp derinleştirdiğinin farkındayım. Aynı zamanda Joel'i de tanımamıza katkı sağlıyor. Yine de sırf ilginç bir görsellik sunuyor diye inatla uzatılmış veya tutulmuş sahnelerin varlığı beni biraz sıktı. Gerçekten o sahnelerin bir kısmı atılsa film etkisini yitirmez diye düşünüyorum. Böylelikle yirmi milyon dolar olan filmin bütçesi de azalıp makul bir seviyeye gelebilirdi. Oyunculuklar konusunda söyleyebileceğim negatif herhangi bir söz yok. Jim Carrey ve Kate Winslet rolleriyle adeta bütünleşmiş diyebilirim. Jim Carrey ciddi rollerde de harikalar yaratan bir aktör ve kesinlikle saygıyı sonuna kadar hak ediyor. Mark Ruffalo, Elijah Wood ve Kirsten Dunst da yan rollerde fena oynamamışlar. Son olarak senaryo konusunda Charlie Kaufman'a hakkını teslim etmek istiyorum. Yazdığı bu senaryonun yirmi birinci yüzyılın en iyilerinden biri olduğuna bütün samimiyetimle ben de katılıyorum.


Hikayenin özüne odaklandığım zaman ikili ilişkiler, aşk, sevgi gibi duygusal konularda birtakım iyi mesajlar gördüm. Açıkçası bunların hiçbiri umurumda olmadı çünkü bu türden konulara karşı duyarsız biriyim. Yine de Joel'in hikayesinin bilim-kurgu kısmını bir kenara koyarsak gerçeğe çok yakın, herkesin başına gelebilecek türden olduğunu söyleyebilirim. Clementine ile karakter açısından gece ile gündüz kadar farklı olduğu için bir noktadan sonra çatışmaları beklenebilir bir durumdu. Birbirlerini değiştirip geliştirmek yerine kendi sınırlarını tutucu bir şekilde korudukları için ayrılmaları kaçınılmazdı. Bu noktada ilk taşı hafızasını sildirerek Clementine atıyor. Gerçek hayattaki ilişkilerde de partnerlerin kendilerini tanımlarken gururla kullandıkları sıfatlardan ödün vermelerinin zor olduğuna şahit oluyoruz. Tutkuyla bağlandıkları bir spor dalı, hayatını kazandıkları iş, ailevi değerler, arkadaş ortamı, yaşadıkları mahalle çiftler arasında bir çatışma malzemesi haline kolaylıkla gelebiliyor. Bu filmde de Joel'in sakinliğine, sıradan hayat tarzına karşın Clementine eğlenceye düşkünlüğünden, heyecan ve macera arayışından vazgeçmeyecek bir karakterdi. Bu senaryo özelinde de gerçek hayatta da bu karakter ve hayat tarzı çatışmalarının çözümü partnerini yok saymak veya bütünüyle reddetmek değil birlikte rahat ve güvende hissedebilecekleri bir ortak alan yaratmak bana göre. Birine gerçekten aşkla bağlandığı zaman insanın bencilce karşısındakini heykelmiş gibi yontmasına, kendi istediği hale getirmesine gerek yok. Asgari ölçüde bir değişim ve kabullenmeyle çoğu anlaşmazlık bir daha gündeme gelmeyecek biçimde rafa kaldırılabiliyor. Zaten finalde de Joel ile Clementine birbirlerinde beğenmedikleri özellikleri bilerek yeni bir sayfa açıyor, ikisi de partnerinin ne istediğini bilerek ilişkilerine devam ediyorlar. Bence sağlıklı olan da bu. Günün sonunda Joel ve Clementine çifti arasındaki buzları eritmiş, daha sağlam bir birlikteliğe sahip oluyor.


Berberian Sound Studio (2012)


Filmin üzerimde bıraktığı etki kayda değer ölçüde olumlu olsa da hafızamda çok uzun süre yer edinemeyecek türdendi. İyi denebilecek ışık tasarımı, adının hakkını verecek kadar iyi ses tasarımı, iyi bir sinematografi ile film kendini izletiyor. Teknik özellikleri birbirine yakın seviyede iyi olunca da seyirci olarak ben verilen mesaj, karakterlerin tasarımı ve senaryoya odaklandım. Dürüst olmak gerekirse bu açılardan bakılınca doyurucu bir film değil. Öncelikle karakterlerin birçoğu ekran süresi ve diyalogların azlığından ötürü baskın olmaktan çok uzak. Yetkisi sayesinde kuvvetli görünen bazı karakterler olsa da hikaye içerisinde önemli kararlar almadıkları için onların gazı kaçıyor. Toby Jones'un canlandırdığı ana karakter Gilderoy da edilgen bir karakter olunca film çok sakin bir hal alıyor. Örnek vermek gerekirse gerçekten bir ses tasarım stüdyosu izlediğim hissini aldım. Bu övülesi bir durum mu emin değilim. Çünkü en nihayetinde biz insanlar deneyimlemek istediğimiz ürünün ve etkinliğin içinde normalin dışında bir tat olsun isteriz. Bu filmde sonu bir kenara bırakırsak çok durağan ve sıradan bir akış var. Gerçeklik algısı çok sağlam olduğundan filmin ağır temposu heyecan arayan aksiyon filmi severleri yorabilir. Zaten bu eser bazı kısımlarında sanat filmi özellikleri taşıyor. Kimi kısa kimi uzun doğal diyaloglar, kişinin iç dünyasına yönelik çekimler ve efektler sanat filmleri sayesinde tanıdığımız teknikler.


Ayrıca bu yapım mesaj açısından da elini sıkı tutuyor. Bu yerinde bir tercih olabilir ama çiğ malzemeleri mutfak tezgahına serip seyirciden anlam çıkarmasını beklemek benim tercihim olmadı hiçbir zaman. Ben bunun aksine üst düzey bir şefin elinden yenilecek iyi işlenmiş mesajları tercih ederim. Dediğim gibi bu filmden mesaj almak güç. Hele ki film içerisinde film anlatısına geçildiği son yarım saatte net bir mesaj alma ihtimali çok azalıyor. Bir filmden illa mesaj almak gerekli mi diye sorulacak olursa hayır diye cevaplarım. Ancak filmin bütünlüğü içerisinde eksik parçalar olur ve bu seyirci tarafından doldurulsun istenirse ben orada bir çıkış kapısı ararım. Örneğin Taxi Driver filminde de bir mesaj verme kaygısı yok ama seyirci alması gereken mesajı bilinçaltındaki bir yerlerde bulabiliyor. Bu filmde sinema dünyasının kokuşmuşluğu gibi bir mesaj verildiğini düşünmek istemiyorum. Çünkü çok çiğ ve alışılmış bir mesaj 2012 yılında çıkmış bir film için.


Yönetmen ve senarist Peter Strickland'in ikinci uzun metraj filmiymiş. Adını daha önce duymadığım bu yönetmeni biraz araştırdığım zaman bana kadar gelebilmiş bir yapım piyasaya sürmediğini gördüm. Olabilir, her sanatçı küresel anlamda başarılı eserler üretmek zorunda değil. Kimisi de ulusalda ses getirmek, bir açı yakalamak ister. Strickland'in en azından bu film özelinde yetenekli bir sinemacı olduğunu söyleyebilirim. Ben yönetmenin giallo filmlerini sevdiğini düşündüm filmi izlerken. Gilderoy'un ses tasarımını yaptığı film bir giallo. Dario Argento, George A. Romero gibi isimlerin şahlandırdığı giallo filmleri genel olarak bir folk-korku niteliği taşır ve ses kullanımı çok önemlidir. Geneli B Movie klasmanında olsa da arada sırada çok sağlam eserlere rast gelinir. Strickland'in bu tercihi bence çok mantıklı olmuş. Bir daha hatırlatmak gerekirse ben filmi sevdim ama bu sevgi uzun sürmeyecek gibi. Tavsiye ederim. Tüketmek için doksan dakikayı ayırmaya değer bir eser. Ayrıca sinemaseverler için yapım aşamasını öğrenmeleri açısından da fayda sağlar.


Sarmaşık (2015)


Sinemayı çok sevdiğimden, insan zihnini şekillendirmekte ciddi bir silah olarak gördüğümden kaliteli ve lezzetli bir filme denk gelince çocuk gibi seviniyorum. Söz konusu film yerliyse alıp bağrıma basasım, her fırsatta bahsedesim geliyor. Sarmaşık, beklentilerimi aşıp beğendiğim Türk filmlerinden biri oldu. Öyle ki Tolga Karaçelik'in kariyerini yakından takip etmem konusunda beni ikna etti. Diyalog yazma konusundaki ustalığına bu filmle şahit olduğum Karaçelik, oyuncular arasındaki kimyayı çok iyi ayarlamış. Oyuncuların her biri üst düzey performans sergilemişler. Sahne tasarımları, oyunculuk ve diyalog kalitesi bir araya gelince zaten izlenilesi bir film ortaya çıkıyor. Bunun üzerine iyi bir konu ve destekleyici mahiyette mesajlar olunca kaliteye ulaşabiliyorsunuz.


Tek mekan filmlerinde pek rastlamadığımız görsel zenginliğe sahip olan bu film insan doğasının dile getirilemeyen bazı karanlık taraflarına ışık tutuyor. Sadece geminin iç mekanlarını ayrıntılarıyla göstermekle yetinmeyen yönetmen hikaye ilerledikçe bulanıklaşan ruh hallerini de en ince ve hassas yönlerini de ayrıntılarıyla göstermiş. Bir karakterin diğerleriyle ilişkisini bir kenara koyup gemi ve yalnızlıkla olan mücadelesi incelendiği zaman da tutarlı bir gelişme söz konusu. Mekanın psikolojiye olan etkisini göz ardı etmeyen Karaçelik gemiyi su üzerindeki bir hastane gibi tasarlamış. Sevdiği bir yakınını doktora emanet eden herkesin başına gelmiştir ki sonucunu sadece tahmin edebildiğiniz bir sürece girersiniz. "Kurtulabilecek mi, ölecek mi, kan lazım mı, lazımsa benimki uyar mı?" gibi sorular beyninizi kemirip durur. O sırada en ufak bir sataşma, yolunda gitmeyen bir olay insan psikolojisi üzerinde ciddi bir yıkım yaratabilir. Eve dönmek, maaş almak ve filmin ilerleyen kısımlarında hayatta kalmak gibi sancılı meseleler az önceki tanımımdaki doktora emanet edilen hasta gibi. Karakterler hiçbir konuda dürüstçe bilgilendirilmediği için geçmişlerinden gelen alışkanlıklar ve dertlerle baş başa kalıyor. Cenk uyuşturucu bağımlılığından başka ilgilenecek bir mesele, Nadir evi yıkılmak üzere olan ailesinden başka düşünecek bir konu bulamıyor. İyi bir doktor işlevi üstlenip karakterlerin beyninde tümör gibi büyüyüp duran soruları cevaplaması gereken kaptan sessiz kalıyor çünkü o da net bir bilgi veya fikre sahip değil. Hiçbir açıdan savunulmayacak, klişeleşmiş 'kaptan gemisini terk etmez' cümlesine sığınarak gelen teklifi değerlendirmeyen ve tayfasına bundan bahsetmeyen kaptanın diğer karakterlerin hakkına girdiği düşünülebilir. İnsanın en temel ihtiyaçlarının bile karşılanamadığı bir ortamda prensiplerden vazgeçmemek övülesi bir hareket değil.


Kaptanın yarattığı kargaşa ortamı kavgaya çok uygun bir zemin hazırlıyor. Kaptana sarsılmaz bir bağlılık duyan İsmail ile düzene aykırı bir düşkün olan Cenk'in çatışması kaçınılmazdı. Bu çatışmayı harlayan ve ettiği ağır küfür için özür dilemeyen İsmail'in yeri hikayede çok özel. Sistemin sürekliliği sadık taraftarlara bağlı olsa da sistemi çürüten de yine sorgulamadan kabullenen kitle oluyor genelde. Çünkü bozulanı düzeltmek için önce bozulduğunu kabullenmek gerekir. İsmail, umursanmadığını öğrenene kadar kaptana sadık kalarak var olan kargaşanın devam etmesine sebep oluyor. Cenk'i sütten çıkmış ak kaşık olarak gördüğüm sanılmasın. Bağlam ne olursa olsun uyuşturucu kullanımı tasvip edeceğim bir eylem değil. Onun bağımlılığı zaten sıkıntılı olan işleyişi daha da berbat bir hale getiriyor. Ancak bir noktada işe yaradığı söylenebilir çünkü İsmail'in sessizliğinden ötürü açığa çıkmayan sistemdeki bozulmuşluk Cenk'in çılgınlığı yüzünden ortaya çıkıyor. O da sakin kalsaydı belki tayfa uysallığından sıyrılamayacak ve açlıktan ölecekti. Bu noktada Cenk'i olumlu bir sonuç doğuran olumsuz unsur diye tanımlayabiliriz. Uğraşamayacakları kadar büyük bir sistem olan denizcilik ve ticaret konuları ise hayatımızda her zaman yer alan ölüm, hastalık, yoksulluk gibi mevzuların bir karşılığı gibi. Filmdeki hiçbir karakter buna karşı mücadele edecek durumda değil. Zaten mücadele etmeleri gereken kendi hayatlarını kolaylaştırma imkanı varken zorlaştıran, iyi-kötü gibi sıfatlarla anamadığımız kaptandı.


Filmin en saydam karakteri olan Alper'in bizim gibi sıradan insanların bir karşılığı olduğunu düşünüyorum. Çok keskin fikir ve kararlara sahip olmayan Alper uzun süre Cenk'in ekseninde hareket ediyor. Çünkü sıradan insanın yakın olduğu taraf genelde kendisi gibi alt tabakada olan düzen bozucu oluyor. Bu durumda düzen bozucunun düzenin sahibinden daha ulaşabilir olması etkili. Ayrıca kötü olan unsurların çekiciliği yıllardır biliniyor. Az önce dediğim gibi dünyamızda kötülüğün daha kolay işlenmesi söz konusu iyiliğe göre. Bunlar göz önüne alındığı zaman Alper'in ona yanaşması mantığa aykırı bulunmaz. Ancak Alper'in de bazı sınırlara sahip olduğunu Cenk'in cinayet işleme teşebbüsü sırasında görüyoruz. Burada olağanüstü bir durum yok çünkü manyak değilse bir insan cinayet işlenmemesi gerektiğini bilir. Alper arkadaş sanıp savunduğu, belki de sadece aynı dertten muzdarip olduğu için savunduğu Cenk'in deliliğine ortak olmak istemediği noktada gerçek bir insan izlenimi veriyor. Bununla birlikte o ve Nadir, diğer karakterlerin aksine dağılmayı engelleyen bir çimento işlevi görüyor. İsmail ile Cenk'in sürtüşmesinin başladığı gibi bitmemesinin sebebi onlar. Ancak Nadir geminin atmosferine karadaki dertlerinin de etkisiyle mağlup oluyor. Bu açıdan Alper'in ayrıca bir derdi olsa hayatta kalmaya karşı istekli olur muydu bilemiyorum.


Adı olmadan 'Kürt' diye anılan karakterin sessizliği, görmezden gelinmesi ve daha sonra pişmanlık kaynağı olması takdir ettiğim bir mesajdı. Önyargılarımıza teslim olduktan sonra sağlığına, haklarına ve fikirlerine önem vermediğimiz insanlara destek olmamanın utancını uzun süre yaşarız genelde. Seçemediği özelliklerden ötürü insanlar arasında ayrımcılık yapmanın hayırlı sonuçlar doğurmadığını tarih bize öğretti. Buna rağmen hassasiyetlerin çoğaldığı ve dikkate alındığı bu dönemde hâlâ insanları yok saymaktan vazgeçmedik. Bunun da sonucunu Tolga Karaçelik, Kürt karakteri üzerinden çok güzel anlatmış. Kör gözüne parmak olmadan bu ve bunun gibi mesajları sebebiyle hem yönetmen hem de filmi takdir ettim. Sarmaşık bence Türk sinemasının kıymetli eserlerinden biri sayılmalı.


The Apostle (2018)


Ben bu filmi sevdim ve önümüzdeki yıllarda bir kez daha izleyeceğim anlamına geliyor bu. Bu film bana çok sevdiğim The Witch (2015) ve The Wicker Man (1973) filmlerini anımsattı. İngiltere'nin despotizminden kaçarak dağ başında hayat kuran bir ailenin hikayesiydi hatırlıyorsanız The Witch. Sıradan bir memurun garip bir külte tapınan komünle karşılaşmanın hikayesiydi The Wicker Man. Bu filmde İngiltere'nin despotizminden kaçan insanların garip bir külte tapınması ve bu komünle sıradan bir misyonerin hikayesi anlatılıyor. Bu açıdan hoş bir birleşim olmuş The Apostle. Gareth Evans yazıp yönetmek konusunda gayet iyi bir performans ortaya koymuş. Yüz otuz dakika boyunca ilgimi canlı tutup çeşitli duyguları yaşamamı sağladı. Analize geçmeden evvel sahne tasarımlarını beğendiğimi, oyunculukları özellikle Dan Stevens ve Michael Sheen'i başarılı bulduğumu ve ses tasarımını kaliteli bulduğumu söylemeliyim. Hatta bu film keşke ülkemizden çıkmış olsaydı dedim. Abartı bütçeler gerekmeden, temiz bir prodüksiyon süreciyle çekilebilir. Bu folk-korku türünde hikayeler Anadolu kültüründe de var. Gulyabani, albastı veya başka mitolojik yaratıklarla benzeri bir film çekilebilir.


Analizin ilk adımında komün hayatını ele almak istiyorum. Yabancı etkenlere, müdahaleye, katkıya kapalı ve işleyişini mevcut imkanlar dahilinde yürüten her toplum bana göre kendi inanç sistemini oluşturmaya meylediyor. Bu noktada dış dünyayı şeytan olarak görmek ve kendi ekosistemini cennet olarak adlandırmak diye iki yol var. Bu filmde ikisinin de işlendiğini görüyoruz. Hikayenin geçtiği adadaki insanlar için İngiltere bir şeytan iken Erisden yaşayabilecekleri en iyi mekan. Bahsettiğim iki yol kullanılmazsa bir komünde dış dünyaya açılmak en azından merak etmek işten bile değil. Zaten anlatıldığına ve gösterildiğine göre adadan kaçmaya çalışanlar var. Gerçek hayattaki düzen de biraz böyle. Her ülkede içinde yaşadığı çevreyi ve koşulları beğenmeyen, göç etmek isteyen insanlar vardır. Erisden'deki insanların da hafızasının bir köşesinde İngiltere imajı mevcut. Bu noktada konuşulması gereken mesele dış etkenler olmadan bir halk ne kadar iyi koşullarda yaşayabilir meselesi. İnsanı sosyal bir varlık diye tanımlarken bu sosyalliğin sınırlarını belirlemiyoruz. Bence bu sosyallik her zaman sınırların ötesini işaret ediyor. Sosyalleşme arzumuz yeterince canlıysa her zaman bir adım öteye atma ihtiyacı hissediyor. İmkanlar dahilinde bunu gerçekleştirenlerin hayatlarını sosyal medyadan da görebiliyoruz. Günün sonunda Erisden'deki sistem sırf merak ve sosyalleşme arzusu sebebiyle yıkılacak cinstendi.


Filmdeki kült ve inanç anlatısına gelindiğinde gözle görülen tanrı modelini incelemek gerekiyor. İslamiyet öncesi Arap coğrafyasındaki putperestlik, Hristiyanlık öncesi Roma coğrafyasındaki paganlık bir noktada inanılanla görüleni aynı kefeye koymaya çalışıyor. Bugün sıkça kullanılan bir deyiş olarak bilmek inancı öldürür diyoruz. Aynı zamanda görmek de inancı öldürür çünkü çoğu zaman görüleni kendimizle eşdeğer sanıyoruz. İrmikten put da mermerden figür de günün sonunda tanrı olarak şekillendirilen nesnenin saygısını yerle bir ediyor. Günümüzün baskın dinlerinin birçoğu tanrıyı tasvir etmekten kaçınarak kendine inanan bulabiliyor. Filmdeki tanrıçanın veya cadının görülebilir, dokunulabilir, beslenebilir olması ona duyulan saygıyı ortadan kaldırmış. Hatta bir insandan daha aşağılık bir konuma getirmiş. Onun meydana getirdiği mucizeler ve felaketler bile bir insanın müdahalesi sonucunda gerçekleşiyor. Quinn karakterinin de dediği gibi tanrıça diye tapınılan varlık bir makine konumuna geliyor. Bir çamaşır makinesine tapmadığımız gibi filmdeki ana karakterlerin birçoğu cadıya/tanrıçaya tapmıyor. Bu varlığa cadı mı tanrıça mı demek gerektiğini kestirememem de güzel bir durum. Seyirciyi filmin dünyasına sokabildiğini gösteriyor.


Komünün çöküşü ve güç sarhoşluğu meseleleri bu filmde iç içe işlenmiş. Bana göre bu komün Thomas gelmese de çökecekti. Thomas'ın gelmesi çöküşü hızlandırıp gözler önüne serdi sadece. Quinn denilen şerefsizin idari kadroda olması bile komünün çökmesi için bir sebepti. Ben izlerken çöktüm diyebilirim. Hamile kızı Ffion'u öldürecek kadar berbat bir adam olan Quinn başka bir yöneticinin oğlu olan Jeremy'i öldürünce defter kapanmayacaktı elbet. İntikam alınacak, intikam alan cezalandırılacak, onun intikamı alınacak, intikam alan cezalandırılacak ve bu bir kısır döngü olarak sürüp gidecekti. Çöküş için Thomas'a gerek bile yoktu aslında. Güç sarhoşluğu içindeki Quinn geçinmekte zorlanan bir komünü refaha ulaştırmaktan acizdi muhakkak. Thomas'a gerek yoktu derken abartıyorum aslında. Thomas'ın hikayesi tutarlı ve mantıklı bir şekilde gelişiyor. Altını çizmek isterim ki Dan Stevens'ın başarılı oyunculuğuyla beraber Thomas'ın alışılmış ama etkili hikayesi seyirci kendine bağlıyor. Onun dönüşümü ve finalde toprağın yeni muhafızı/sahibi olması da karakteri seyircinin gözünde büyütüyor. Günün sonunda The Apostle kafa açan ve seyir zevki veren bir filmdi. Tavsiye ediyorum.


Crimes of the Future (2022)


David Cronenberg ve Tim Burton bana göre sinemanın en özel ve istisnai isimlerindendir. Kaliteli film çekmekten bağımsız olarak bu yönetmenlerin sanat anlayışını sıradanın ötesinde buluyorum herkes gibi. Ruhani ve materyalist alemin inceliklerini çok iyi kavradıkları filmleri sırasıyla izlendiği zaman gözlemlenebilir. Bir unsuru asıl haliyle algılamanın ötesine geçerek nasıl çekici kılabilecekle. Ayrıca eserleriyle sinemayı alışılmış olmaktan kurtardıklarını düşünüyorum. Rağbet gören formata köle olmayıp farklı ve yeni olanı kovaladıklarından her zaman takdir ettiğim yönetmenler olarak kalacaklar. Tim Burton kullandığı keskin ve korkutucu, David Cronenberg ise çürük ve mide bulandırıcı renk paletiyle, sahneleri derin ayrıntılarla bezemesiyle zihninde kalıcı bir yer ediniyor. Düşünce sistemlerinin sıradan insanlardan farklı çalıştığını ele aldıkları tema ve sanatsal tercihlerle belli ediyorlar. İzlenilesi derecede garip ve rahatsız edici sahneler yarattıklarından filmleri her kesime uygun gelmeyebilir. Abartı, gereksiz ve tehlikeli bulunabilir. Benim beklenti ve zevklerime hitap ettiğinden bir Cronenberg veya Burton filmi izlediğim zaman vaktimi yok yere harcamadığımı düşünüyorum. Önyargılarını yenememiş sinemaseverlere bir şans vermelerini tavsiye ediyor, bu iki sinemacıda ruhlarına dokunan bir taraf bulabileceklerine inanıyorum.


Ben Crimes of the Future filmini sevmedim ama beğendim. Yani filmi kaliteli buldum ama kalbimde yer veremedim. Kozunu daima gizli oynaması, seyirciye açıklama yapmama konusunda haddinden fazla ısrarcı olması, bilimsel terminolojiye gereğinden fazla düşmesi beni filmden uzaklaştırdı. Bu seride The Fly'ı incelediğim zaman çok beğendiğimi dile getirmiştim. Her iki eserde de vücudun farklı sebeplerden ötürü evrimi üst başlık olarak ele alınmış. The Fly şeffaf olduğu ve her insanın tecrübe ettiği bir süreci işlediği için daha sevilesiydi. Crimes of the Future endüstriyel düzenin insan ekosistemini nasıl berbat ettiğini işlediğinden bu konularda hassas olmayan insanların umurunda bile olmayacak muhtemelen. Konunun üzerine giydirdiği kısmi dedektiflik-drama hikayesi de insanın aklını başından alacak türden değil. Filmin diğer unsurlarına kıyasla olabildiğince basit tutulmuş anlaşılması için. The Fly'ın son yarım saatindeki yüksek tempo bu filmin hiçbir sahnesinde yok. Durağan bir film olduğundan aksiyon filmi severlerin kıyısından bile geçmemesi gereken bir film bence.


Filmin açılış sahnesi bence başlı başına bir drama içeriyor. Bir annenin kendi evladını öldürmesi çok fazla kullanılmış olsa da etkisini yitirmez hiçbir zaman. Hele ki altyapısında izleyeni aile bağlarını sorgulamaya itecek mesajlar barındırıyorsa tadından yenmez. Bu kısımda zaten sıradan bir hikayeye tanıklık etmeyeceğimiz gösteriliyor. Daha sonrasında Léa Seydoux tarafından canlandırılmış Caprice ile Viggo Mortensen'in oynadığı Saul Tenser'in garip ilişkisine tanık oluyoruz. Evrimin gözlemlenebilecek kadar hızlandığı ve acının hissedilmediği bir dönemde sanatçılık nasıl olur fikrini güzel ele almış Cronenberg. Tenser'in bedeni sürekli yeni ve işlevsiz organlar üretiyor makineleşmiş dünyanın şartlarına uyabilmek için. Bir performans sanatçısı olan Caprice hâlâ Tenser'in içindeyken dövme işlediği organı halkın önünde ameliyatla bedenden çıkarıyor. Benim de dahil olduğum büyük bir kesim karanlık fantazyayı ve doğaüstü olayları beyaz perdede izlemekten keyif alıyor. Bu sebeple ameliyat izlenmesini yadırgamıyorum. Duygudan bağımsız yaşayamayan insanlığın acıdan yoksun olduğunda neler yapabileceği konusunda yaratıcı bir fikir. Çünkü insan yoksunu olduğu duygu veya maddeyi temin etmek konusunda hayvani bir mücadeleye girişen, bu da etkisiz kalınca yerine bir yenisini koyma meyilli bir canlı bana göre. Caprice'in halka sunulan ameliyatı performans sanatı olarak adlandırması da gayet mümkün. Ancak sanatın zarafet ve incelikten ayrılamayacağını düşünen benim için kanlı bir eylemden ötesi değil. Bu kısımda ergenliğini 2000'li yıllarda yaşamış çoğu insanın gönlünde taht kurmuş Kristen Stewart'ın canlandırdığı Timlin karakterinin sarf ettiği sözler de değerli. Ameliyat yeni seks diye düşünen Timlin bence insan doğasının temelinde yatan acıya düşkünlüğün altını çiziyor. İlla üremek için olmasa da seks insanın eksikliğine tahammül edemeyeceği bir eylem ve bunu beraberinde acı getiren ameliyat ile eşlemek oldukça cesur. Bu düşünceyle ilintili olarak sokakta birbirini kesenleri görünce fark ediliyor ki ameliyat sanat değil porno kaseti veya halka açık seks gibi bir işlem.


İlk sahnede öldürülen çocuğun halka açık otopsisinin yapılması meselesi de ilginçti. Bunu talep edenin babası olması daha da ilginçti. Ancak yeterince kuvvetli işlendiğini düşünmüyorum. Hele ki Caprice'in ameliyat sırasında Shakespeare tarzı çektiği nutuk çok gereksizdi. Hikaye içerisinde karakter gelişimi yaşayanın Tenser olduğunu, Caprice'in mevcut düzene uyum sağlamak konusunda gönüllü olduğunu göz önünde bulundurunca o sözleri Tenser'den duymamız daha doğru olurdu. Bununla birlikte onun karakter gelişimi fındık kadar olduğundan ondan duymamız yine hatalı bir karar olurdu. Tenser'in olduğu insan olarak kalma kararından öncesinde gerçekleşen olaylar yeterince sarsıcı olmadığından final hakkında da olumlu bir düşünceye sahip değilim. Genel olarak filmi beğensem de bazı hatalı kararlar sonucu hem Cronenberg külliyatı hem de sinema tarihi adına başaltı filmlerden biri olduğunu düşünüyorum.