Bölüm 2


Kız bu düşüncelerinden sıyrıldı, çantasındaki kitabı çıkarıp okumaya başladı.


Bir şeyleri anlamak için okumak kadar iyi bir yol olmasa gerek. Bazen sen kitabı okursun, bazen de kitap seni öyle bir okur ki şaşar kalırsın.


“İyi kitap terbiye eder, ruhunu inceltir, nezaket katar adama, bakışına bir derinlik katar, kendini yoklarsın, ulan ne kitaplar var, insanlar neler yazıyor, nasıl da dünyanın içinden geçmiş, hayat ağzının ortasına vurmuş bu yazarın dersin. Biraz da ayarın bozulur, huzurun kaçar ama o da kıymetlidir. Hayata gülerek gelmedik ki yaşarken de hep gülelim.” Bu minvalde sözler etmişti Filo Dayı Şadiye’ye verdiği ilk röportajda. Bir an bunları hatırlayıp gülümsedi Şadiye.


Şadiye, kasabanın tek gazetesinin başyazarıydı. Kasabada pek olay olmadığından ve köşe yazısı, deneme, şiir gibi türlerde yazacak çok kişinin de bulunmamasından mütevellit gazete haftada bir yayınlanırdı. Şadiye bazen baskı yoluyla, bazen güzellikle arkadaşlarına bazı haberleri yazdırır, imla düzeltmelerini yaptırırdı. Çoğu işi de kendi yapardı. Gazetenin editörlüğünü üstlenen kişi de yine Şadiye’ydi. Gazete ona geçmişinin emanetiydi, öyle hissediyordu.

 

“Karadeniz Burmataş mı yazıyor senin üstünde?”

“Evet, yazıyor, ne oldu?”

“Marka mı bu mübarek, nedir Karadeniz Burmataş?”


(Sadi herkese mübarek der, dedesi nenesi hacıdır. Kendisi de herkesi, her şeyi seven; kötülük, kin gütmeyen bir sofudur.)


“Yahu kardeşim, tek kıyafetim bu. Annem bütün kıyafetlerimi satmış, satılamayanları ya atmış ya birine vermiş. Gece de üstümde bu vardı. Sabah kalktığımda hiçbir kıyafetim kalmamıştı.”


Sadi, Kerem’in kırmızı eşofman altına bakarak “Ne derdi varmış ki Muzo teyzenin?” dedi.


“Minimalist olacakmış zannımca. Babama tavlasını da atmasını söyledi. Tavla gereksiz bir şeymiş, zaman öldürüyormuş, yer kaplamasını da istemiyormuş. Boş uğraşlara bundan kelli evde yer yokmuş, öyle dedi. Babam annemden korkusuna tavlasını işe götürdü.”


Sadi’nin gözleri şaşkınlıkla açıldı ve Kerem’e hayretle baktı.


“Yok artık, Cemal amcadan tavlasını atmasını istedi demek. İyi de Muzo teyze mahallenin tavla şampiyonu değil miydi? Hatta baban onu tavla şampiyonasında görüp de ona evlenme teklif etmemiş miydi?”

“Sorma be Sadi, babam yirmi beş yıldır annen gibi zar sallayanı görmedim der durur. Tavlayı dışarı atmaya çalışan kadının babama kastı var demektir.”

“Canım teyzem ne oldu ki sana? Bu işin sonu iyi görünmüyor. Bir doktora götürseydik bari.”

Sadi dizlerini dövüp bunları söylerken Orhan sallana sallana geldi.

“Selamünaleyküm gençler!” diye neredeyse şakıdı. Sonra Sadi’ye baktı .

“Sadi ne oldu be kardeşim, niye dövünüp duruyorsun?” 

“Ben dövünmeyeyim de kimler dövünsün ağabey -ey hecesini uzatarak söylüyor- Muzo teyze minimalist ve antitavlaist oldu”. (Sadi olmayan kavramları türetmeye bayılır. Sevinç, üzüntü hiç fark etmez, bilinçaltı hep çalışır.)


Bu sırada Kerem, anamla mı uğraşayım seninle mi uğraşayım Sadi, der gibi başını sağa sola sallayıp Sadi’ye "sen iflah olmazsın birader" bakışlarını iletmekle meşguldü.

Orhan da “Aman aman! Biz nerelere gidek ne edek ablam ablam bütün mahallenin ablasıydı.” diyerek feryat figana o da katıldı. Sonra Kerem’e dönerek “Üzülme kardeşim, ne olur üzülme, gerekirse ceketimizi satar Muzo ablamızı tedavi ettiririz. Tedavisi var değil mi?” dedi.

Kerem başını iki elinin arasına alıp “ Allah aşkına bir susun! ” dedi. “Annem hasta değil Orhan ağabey, sadece her şeyi evden atıyor. Hayatını sadeleştirecekmiş ama ayarını tutturamadı.”

“Oh oh iyi kardeşim. Ben de hasta sandım, korktum.”

“Anlayıp dinlemeden ağlamaya başlarsan bu olur ağabey.”

“Yav Kerem, baktım bu Sadi dizini dövüyor çırpınıyor, ben ne yapayım? Muzo reisin üzerimizde az emeği yok, bilirsin beni çok dövmüştür ama çok da iyiliğini gördüm.”

“Mübarekler, siz olayın ciddiyetini mi anlamıyorsunuz? Bu kadın tavlayı bile atmaya niyet etmiş çok ciddi.” dedi Sadi.

 

Kerem, Sadi ve Orhan biraz daha muhabbet ettikten sonra bulundukları yerden ayrılıp evlerine döndüler. 

Hepsi aynı mahallede yaşayan insanlardı. Aynı mahallede aynı küçük kasabada…

Hani küçük yerlerin bir sessizliği vardır da insanın üzerine bazı bazı çöker, insan kendi düşüncesinin sesini duyabilecek gibi olur ya, böyle anlar çok sıkar insanı. Küçük yerlerde insanı bu histen ve sıkıntıdan kurtaran, arkadaşlarıdır. Belki de bu yüzden küçük yerlerde arkadaşlık daha bir önemlidir, kıymetlidir.