Bir fırtınanın içinde uyandım.
Yüzüme vuran soğuğun içime işlediğiyle aynı mı diye düşünürken salınıverdim.
Bir an durdu karanlık.
Adımım boşa, inadım düştüğüm çukura denk gelmişti.
Aman, fena afalladım.
Fırtınayı tarif etmek istiyorum aslında. Ben heveslenince tüm dünyayla paylaşmak istiyorum etrafımı saran renkli bulutu.
Başlarda yalnızca saçlarımı havalandıran fakat zaman ilerledikçe hiddetiyle ayağımı kaydıran bir fırtına bu.
Ara sıra sarssa da karnabahar yapma isteği uyandıran bir yanı var.
Olur mu öyle şey demeyin, bu sanatın adı mübalağa değil.
Öyle güzel ki!
Bir şeyin ancak kendine has bir yanı varsa sevebiliyorum onu. Düşünün ki en son annem evlendiğinde pişirdiğim karnabaharı bu kez kahırdan değil de aşktan aynı ocağa koyma isteği bu.
Bu fırtınayı sevdim fakat öteki yanıma ikna edemedim, korkudan…
Bu sevda tümüyle ateş hattında…
Ah neyse ki!
Rüzgar benden yana.
Mükemmel olanın sabit olduğuna inanırken tahterevallimi bir fırtınaya emanet ettim.
Derin olanın düzleminden eminken yüzeyselliğin naif olabileceğini keşfettim bu sayede.
Sevgisiz görünmenin kocaman bir perde olduğunu, perdemi aralayana güvenerek öğrendim aynı zamanda.
Bir yatağın iki ayrı ucuna çekilmenin kaos değil, denge sağladığını gördüm bu ateş hattında.
Her şeyin sade olabileceğini görmüşken bugüne dek bildik sandıklarımın yanılgı olduğunu kabullenip ellerimi cebime öyle koydum geri.
Fırtınadan korunmak için değil, daha uzun sarılabilmek için belki de.
Kim bilir...
(Elbet birileri biliyor, öğreneceğiz.)