1970'lerin ilk yıllarında bir gündü. Güneş gökyüzünde pırıl pırıl parlıyor, kuşlar ağaç dallarında nahif bir şekilde şarkı söylüyordu. Dükkanın kapısının kilidini çevirirken o günün hayatında derin bir yaraya gebe kalacağından habersizdi. Her zamanki gibi ceketini sırtından sıyırıp askılığa astı, arka taraftaki küçük mutfağa aldığı simidi bırakıp çay demlemeye hazırlandı. Kasaba henüz uyanmadan kahvaltısını yapıp kapıda asılı olan kapalı yazısını ters çevirdi. Dün son rötuşlarını ertesi güne bıraktığı elbiseyi alıp dikiş makinesinin başına geçti. Kendi içinden bir şarkı mırıldanırken dikiş makinesinin tıkır tıkır sesi de ona eşlik ediyordu. O elindeki işe odaklanmışken kapının açılmasıyla üzerindeki zil şıngırdadı.


"Oo, bakıyorum da erkencisiniz bugün Firuze Hanım. Kahvaltını yaptın mı?"


Kadın makineyi durdurup karşısındaki hafif tombul, altmışlarına merdiven dayamış kadına gülümsedi.


"Yaptım Hatice abla, sen yapmadıysan sıcak çayım var. Bir şeyler hazırlayayım istersen."


"Sağ ol sen zahmet etme, ben alırım çayından şimdi. Çok şükür hâlâ elimiz ayağımız tutuyor. Hem sen de erkenden geldiğine göre elindeki işin yetişmesi gerekiyor, ha?"


"Öyle, Seyfi amcaların kızı Müyesser evlenecekmiş de sözü varmış. Benden güzel bir şeyler dikmemi istediler. "


Yaşlı kadın mutfaktayken ona sesini iletmeye çalışıyordu Firuze.


"Kız o Müyesser daha dün minicik bir şeydi. Ne ara büyüdü de evlilik çağına geldi! Vah vah, yaşlanıyoruz iyice!"


Yaşlı kadın derin bir iç çekip bacaklarına vurdu. Elinde tepsiyle Firuze'nin çaprazındaki masaya oturup ve bir yandan da kahvaltısını yapıp sohbet etti. Hatice Hanım, Firuze'nin dükkanının yanındaki dükkanda küçük bir bakkal işletiyordu. Kocası yakın bir zamanda ani bir kalp krizi ile vefat edince dükkanını küçük oğlu Mithat ile beraber işletiyordu. Kocası emekli olmasına rağmen o sırf onun anısı biraz daha yaşasın, oğlu orayı tek başına çekip çevirebilecek hâle gelebilsin diye yorulsa da hiç gocunmadan çalışıyordu. Fakat oğlu Mithat, yirmilerinin başında tam bir hayta idi. Çalışmakta pek gönlü yoktu. İşi gücü arkadaşlarıyla gezip kızlara iş atmaktı. Onun da olgunlaşacağı, hayatın gerçek yüzü ile tanışıp adam olacağı günler gelecekti fakat henüz bunun için birkaç yıllık daha yolu vardı.


Hatice Hanım, Firuze ile bir süre muhabbet ettikten sonra dükkanının başına dönmüş; Firuze de elindeki işi bitirmişti. Elbiseyi askıya asıp uzaktan bakınca eseriyle gurur duyarak ütüsünü yapmış, sahibi gelene kadar kenara asmıştı. Sahibi de çok bekletmeden gelip, sevinçle elbisesini alıp Firuze ablasına teşekkür etmişti. Ona bir dolu övgüler yağdırdıktan sonra gülerek çıkıp gitti. Firuze, ortalıktaki parça kumaşları toplayıp saçılan ipleri temizlerken derin ve hüzünlü bir iç çekti. Bir zamanlar o da cıvıl cıvıl, neşeli bir genç kızdı. Fakat hayat onu oradan oraya sürüklemiş, feleğin çemberinden geçmişti. Henüz otuzlu yaşlarının ilk yarısını yaşamasında rağmen kendini Hatice Hanım kadar yaşlı hissediyordu.


Henüz on dokuz yaşındayken ailesi onu kasabanın ensesi yağlı kişilerinden olan Necmettin Beyin oğlu, kendinden on yaş büyük olan Nazım ile evlendirmişti. Nazım ile on yıl evli kaldıktan sonra elem bir trafik kazasına kurban gitmişti kocası. Henüz kırk yaşını doldurmuşken genç yaşta göçüp gitmesi kasabayı yasa boğmuştu. Firuze, her ne kadar âşık olmasa da on yıldır aynı evi, aynı yatağı, aynı yemeği paylaştığı insanı kaybedince ruhen çökmüştü. Üstelik annesi ile babasını da peşi sıra kaybedince iyice yapayalnız kalmıştı. Tek tesellisi, kocası ile aralarının soğumasına ve bağlarının kopma aşamasına gelen mevzu olan çocuğunun olmaması, adamın ardında bir yetim bırakmamış olmasıydı. Üstelik Firuze'nin elinde çok güzel bir işi de vardı. Annesi onu henüz on iki yaşındayken kasabanın eski terzisi rahmetli Latife ablanın yanına okuldan artakalan vakitlerinde iş öğrensin diye yollamıştı. Latife Hanım rahmetli olana kadar onun yanında çalıştı, kasabada el işçiliğinin muazzamlığı ile ün saldı. Kocası Nazım da ona pek karışmadı hatta işine de geliyordu. Firuze evin birçok ihtiyacını kazandığı parayla alıyordu, evin temizliğini yapıyordu, Nazım'a da çok güzel takımlar dikiyordu. Nazım İstanbul'a birkaç ayda bir gittiğinde pahalı, şık ve kaliteli kumaşlar alıp karısına getiriyordu. O da hem kocasına hem de kendisine çok güzel kıyafetler dikiyordu. Kasabada erkekler Nazım’ı kıskanırdı. Hem çok güzel bir yüzü olan hem çok güzel el marifetleri olan bu kadının kocası olduğu için çoğu zaman ona laf atarlardı. Hatta kasabada adı Ballı Nazım'a çıkmıştı, hem babadan varlıklı hem de karısından şanslı olduğu için. Nazım da bunun farkındaydı. Karısına karşı belli belirsiz bir sevgi ve hayranlık duyardı fakat aralarında hep bir görünmez duvar vardı. Firuze'nin kalbine bir türlü giremediğini, onun ona sadece olması gerektiği gibi davrandığını biliyor; bu durum onu kahrediyordu ruhunun derinliklerinde.


Firuze, kocasını o elem trafik kazasında kaybettiğinde neredeyse bir yıl kendine gelememiş olsa da bir şekilde kendini toparlayıp daha güçlü bir şekilde ayağa kalkmıştı. Kasabada yalnız yaşayan bir dul olmak çok zordu. Yastığının altında Nazım'ın beyliği olmadan hayatta uyuyamazdı. Dükkanını akşam ezanından evvel kapatmak zorunda kalırdı. Hava biraz alacakaranlık olsun, it kopuk hemen peşine takılırdı. Bazen gündüz vakti bile dadanırlardı da dükkanına o kalın ve uzunca bir odun parçasıyla onları kovalardı. Neyse ki çevre dükkanlarda ona sahip çıkan manevi abileri, ablaları vardı. Onlar olmasaydı ayakta durması çok güçleşirdi.


O gün Firuze, öğlene kadar dükkanı temizlemişti. Temizliği bittikten sonra dükkanın önüne sandalyesini atıp Çaycı Hasan amcanın nefis çayını yudumlarken tütünü dudaklarının arasına yerleştirip ucunu ateşledi. Sırtını sandalyesine yaslayıp derin bir nefes verdi. Sokakta bağıra çağıra top oynayan çocuklara gözü dalmışken bir yabancının onun adını seslenmesiyle başını sesin geldiği yöne çevirdi. Karşısında uzun bir karaltı ile daha küçük bir karaltı görünce gözlerini kısarak fazla ışığın gözüne girmesini engelledi.


"Buyurun benim."


Firuze izmaritine yaklaşmış sigarasını söndürüp çayını kenarda bırakarak ayağa kalktı.


"Ben Mümtaz, Fehime'nin oğlu Mümtaz. Annen Handan'ın çocukluk arkadaşı Fehime'nin oğlu."


Firuze ona bakarken başından aşağı kaynar sular dökülmüştü. Birkaç saniyeliğine bocalasa da hızlıca durumu toparladı.


"Ah, Mümtaz! Kusura bakma, uzun zamandır Fehime ablayı da seni de görmeyince tanıyamadım."


"Mühim değil, uzun zaman oldu sonuçta."


Adamın sesi sona doğru kısılıp uçmuştu adeta. Firuze onları içeriye buyur edip Hasan amcadan çay söyledi. Adam ve yanındaki henüz on üç yaşında olduğunu tahmin ettiği kızla sohbet etti, hangi rüzgârın onları buraya savurduğunu sordu. Mümtaz'ın ailesi Firuze'nin kasabasına neredeyse bir saat uzaklıktaki küçük kasabada yaşıyordu. Firuze'nin dükkanına da kardeşi yakında on dört yaşında olacağı için genç kızlığa adımında güzel bir elbisesi olsun diye gelmişlerdi. Firuze diken üstünde, gergin bir şekilde sohbeti sürdürdükten sonra küçük kızın ölçülerini almak için prova odasına götürdü. Kızın nasıl bir elbise istediğini üstünkörü çizdi. Onları uğurlarken, Mümtaz ile tokalaşırken adamın gözlerinde bir bakış yakaladı, geçmişten gelen bir bakış. Uzun yıllar sonra kalbinin ezildiğini hissetti. Onlar gittikten sonra dükkanın arka tarafındaki mutfağa çöküp yaşananları gözden geçirdi.


Mümtaz otuz beş yaşında, kara kaşlı, kara gözlü heybetli bir adamdı. Fakat heybetli olduğu kadar yumuşak huylu bir adamdı. Hatta çoğu zaman gereğinden fazla yumuşak olurdu. Kimseye bağıramaz, kızamaz, haklı olduğunda dahi hakkını arayamazdı. Firuze'nin annesi Handan sık sık baba evine gider, orada birkaç gün kalırdı. Bu sürede de Firuze ile Mümtaz anneleri sayesinde epey bir vakit geçirirlerdi. Fakat zaman geçtikçe annesinin gitme sıklığı azalmış, gittiklerinde de Firuze ve Mümtaz da büyüdükleri için birbirlerinden uzaklaşmaya başlamışlardı. Etrafta laf söz olmasın diye pek yan yana gelemiyorlardı. Firuze'nin annesi uzun yıllar gitmeyip sonrasında Firuze on yedisinde iken gittiklerinde Firuze aşk denen duygu ile tanışmıştı. Ve tabii ki Mümtaz da. Firuze Mümtaz’ı yirmisinde bıçkın bir delikanlı olarak gördüğünde o ateşin tadına bakmıştı. İkili bir türlü konuşmaya cesaret edemese de aralarında garip bir bağ oluşmuştu. Firuze yana yakıla Mümtaz'ın ona selam vermesini beklerken Mümtaz sanki tüm vücuduna felç inmiş gibi hiçbir şey yapmıyordu. Gitme günleri geldiğinde Firuze, Mümtaz'ın gözlerine öfke ve hayal kırıklığı ile baktıktan sonra arabaya bindi. O günden sonra onu bir daha görememişti. Görse de pek bir şey değişmeyecekti, bir buçuk sene sonrasında Nazım ile nişanlanmıştı. Mümtaz bu haberi aldığında her zamanki sessizliğini korumuştu. Odasında gizlice gözyaşları dökse de kimsenin ruhu duymamıştı.


Geçen günlerde Firuze, Mümtaz'ın yeğeninin elbisesi ile uğraşıp durdu. İşine biraz mola verdiğinde mutfağında gizlice şiir kitaplarıyla dertleşiyor, radyodan çalan şarkılarla yıllardır içinde biriken saklı kalan duyguları dışarı atıyordu. Derken bir gün dükkanının zemininde bir mektup buldu. Şu sözler yazılmıştı kağıda: "Terk etmedi sevdan beni."


Kadın kâğıda uzun uzun baktı, ardından hiçbir şey olmamış gibi bir sakinlikle dolabında duran şiir kitaplarının arasına koydu. Bugünü izleyen günlerden birinde dükkanı kapatıp evine dönerken yolda Mümtaz ile karşılaştı.


"Rahatsız olmayacaksan eşlik edebilir miyim?"


Kadın itiraz etmedi. Beraber sessizce yürürken Mümtaz sessizliği bozdu.


"Kocan vefat etmiş, başın sağ olsun. Annenle babanın da cenazesine gelmişti annem ama ben gelememiştim, kusura bakma."


"Ne kusuru, sonuçta sen o kadar da yakınım değilsin. Yine de sağ ol."


Firuze'nin imasını anlamıştı adam. Duymamış gibi davrandı.


"Zor olmuyor mu buralarda kadın başına yalnız yaşamak?"


Firuze çarpık bir şekilde gülümsedi.


"İnsan kendini yalnız hissedince çevresi boş olmuş dolu olmuş fark etmiyor. Ayrıca ben öyle yalnız değilim çok şükür. Ahali pek sever, kollar beni."


Mümtaz hafifçe tebessüm edip kadına baktı. Beyaz teni, rüzgârda savrulan kahverengi saçları, mavi gözlerinin çevresinde oluşmuş çizgileri ile dünya üzerindeki en güzel varlıkmış gibi geldi.


"Ben bir ay kasabada kalacağım bir iş için. Sakıncası yoksa seni akşamları evine bırakmak istiyorum."


Firuze adamın gözlerine gözlerini dikti. Aklını okumaya çalıştı, niyetini sorguladı.


"Niçin?"


"Çok yabancı ve yalnız hissediyorum buralarda, senin yüzünü görmek bana iyi geliyor."


Firuze beklenmedik bu cevapla şaşırmıştı. Göğsünün altında hareketlenen duygularını susturup sessizce kabul etti adamın teklifini. Bu teklifin ardından epey bir yakınlaşmaya başladılar. Aralarındaki muhabbet eskisinden çok daha iyi olmuştu. Mümtaz, Firuze'nin yıllardır omuzlarını çürüten yalnızlık duygusunu çekip almıştı. Firuze yıllar sonra kendini genç kız gibi hissediyordu, bu değişiklik yüzüne bile yansımıştı. Daha genç ve dinç duruyordu. Mümtaz arada bir dükkanına şiir de bırakıyordu. İsmini yazmıyordu fakat her şey açık seçik ortadaydı. Firuze bunları şiir kitaplarının arasında özenle saklıyor, akşamları okuyup yalnızlığını avutuyordu. Fakat bu mutluluğu çok uzun sürmedi. Mümtaz'ın döneceği gün annesi Fehime yanında elbisesini diktiği torunu ve bir genç kızla çıkageldi.


"Ah Firuze! Ne kadar da olgunlaşmışsın! Bahtsız kızım benim... Neyse üzücü şeylerden konuşmayalım. Bak sana bir tane daha müşteri getirdim. Gelinim Hayriye, Mümtaz'ın sözlüsü. Bahar başında sözlendiler, şimdi de sana gelinlik diktirmeye geldik."


Firuze'nin o an dünyası başına yıkıldı. Kulakları uğuldamaya başladı, boğazında bir yumru oluştu. Bozuntuya vermemeye çalışsa da yüzü çarpılmıştı bir anda. Konuşacak gücü bulmaya çalıştı kendinde. Hüsran, bütün vücuduna zehir gibi yayıldı.


"Kusura bakma Fehime abla, ben gelinlik dikmiyorum."


"Ama Ayşe'nin kızının gelinliğini sen dikmiştin ya! Ne de güzel bir şeydi o. Hayriye'ye de öyle bir şeyler dikiversen ya kızım."


Firuze içinde yükselen öfkeye rağmen sesindeki sabitliği güç de olsa korumayı başardı.


"Artık dikmiyorum işte Fehime abla. Gelinlikçi bir arkadaşım var o benden de iyi. Dükkanı merkezde. Onun adresini vereyim, benim adımı verin, size uygun ve güzel bir şeyler diker."


Kadın çok hoşnut olmasa da teşekkür etti. Torunun elbisesini öve öve bitiremedi. Ayaküstü biraz sohbet de etti. O zaman öğrendi Mümtaz'ın burada ev bakıp yerleşme için olduğunu. Evlendikten sonra buraya taşınacağını.


Onlar gittikten sonra Firuze dükkanı kilitleyip kendini küçük mutfağa kapattı. Hıçkıra hıçkıra ağlarken kurduğu hayallerin aptallığına küfretti. Yaşadığı hayal kırıklığını tarif edemezdi kimse. Akşam vakti Mümtaz dükkana gelip kapıyı çaldığında Firuze yılların hıncıyla kapıyı açtı, Mümtaz dükkana girip Firuze’nin mavi gözlerini kıpkırmızı görünce yaptığı hatanın büyüklüğünün farkına vardı. Firuze öfkeden titrerken kendine hâkim olamayıp tokadı patlattı.


"Ne sandın sen beni? Metresin olarak mı kullanacaktın? Nasıl olsa dul bu zaten her türlü kullanırım diye mi düşündün? Yoksa her şeyi ben mi yanlış anladım? Söyle!"


Mümtaz’ın dudaklarından sadece, "Özür dilerim, seninle tekrardan yakın olabileceğimi düşünmemiştim." cümlesi döküldü. Başka bir şey söylemeden dükkandan ayrıldı. Firuze delirmemek için kendini zor tuttu. Gözyaşları içinde evine dönüp telefonuna sarıldı. İstanbul'daki kardeşine ona orada ev bulması için ricada bulundu. O günden iki hafta sonra her şeyini satıp tüm mal varlığı ile İstanbul'a doğru yola koyuldu. Kasabadaki herkes şaşırmış olsa da altındaki nedeni sezebiliyorlardı. Fakat kimse bu konu hakkında konuşmadı ve Firuze'nin anısı sonbaharda düşen yaprak gibi solup gitti. Onu hatırında tutan tek Mümtaz kaldı. Mümtaz ise zamanında yapması gerekirken yapamadığı şeylerin acısıyla yaşadı, vicdan azabıyla yaşlandı ve kalbinde geçmişin hatıralarıyla bu dünyadan göçüp gitti.