Ve işte gözlüklerimiz, doğan güneşi örten kırmızı perde, iki güzel kedi… ve ben hayatı ellerimden, avuçlarımdan süzülerek kaçan kum gibi yitiriyorum sanki; depresyonun, beynimin duvarlarına kazıdığı mısraları yine okunur bir hale geldi; zamanın durduğu anlar, bilincimin en karanlık dip noktalarında gezindiğim, her köşede aynayla karşılaşıp yansımamı göremediğim gerçeği, büyük bir acımasızlıkla suratıma çarpıyor; hatta, elinde baltası, duvarda dümdüz bir çizik açarak biteviye yaklaşıyor bana; her salise, korkuyla harmanlanan bir kayboluş hikayesine satır gibi diziliyor; ben ise ne bunu durdurabiliyor, ne de baltayı elinden kapıp yüzümü güneşe çevirebiliyorum. Ben bu muyum? Kaçışımı garantileyen, benliğimin kırık parçalarını bir el hareketiyle süpüren romanlar, günlükler, denemeler; bana baktıklarında benden utanıyorlar mıdır? Karakterler, ağaç parçalarından yaşam bulan o hayatlar, benim gibi olmamak için başka sayfalara kaçıyorlar mıdır? Bu bir bulantı mı; bir sabah aynaya bakıp da aniden içimde uyanan; git gide büyüyen, durmak bilmeyip bana duvarları beynimle boyatacak olan?

Kendime olan nefretimi; hayır, yaşamsızlığımı, bulunduğu derin, ceset kokusu sinmiş o mağaradan nasıl çıkarıp da temiz, düz bir yüzeyde inceleyebilirim? Bayağılaşmış cümleler, midemi bulandırıyor ancak onları birer çamaşır gibi asamam, tutunamaz, kayar ve düşerler; yeri pisletir ve iz bırakırlar. Bedenimi sömüren çığanlar, ruhumu da fark etti; yapabileceğim en ufak şey yok. Icarus’un güneşe yaklaştıkça eriyen kanatlarının acı veren damlalarından zevk alması… ve yenilmişliğin yalnızca lezzetli tarafını ısırmak, tatmak istiyordum; duvarları boyamadan önce, şiirleri haykırarak okumak ve istifa etmek; böylece kazanmak. Kemiklerim kaslarımı aşıp derimi yırtarken, kaybedilmiş, güçsüz bir gülümsemeyle değil; dünyanın en sonunda bağdaş kurmuş, okyanusun en derin tarafında kanatlarımı açmış ve atmosferi aşıp oksijensizliği anlamaya başlamış olduğumda; anlamsızlığın, absürt olan her şeyin içinden geçtiğimi, bildiğimi; hayat beni bitiremeden, benim onu parçalayarak tükettiğimi bilmenin verdiği bir iç zafer çığlığıyla; patlayan bir bombayla çatlayıp kırılan toprak ananın yüce ormanları içine çekip birer birer yok ettiğini izlemiş gözlerim ve ilham gelmişçesine aydınlanan suratımda oluşan şevkli gülümsemeyle gitmeliyim; yok olmanın tatlı aromasını içebilmeliyim.

Bunlar, beni ben yapan hiçbir benliğin, hiçbir sayfasında yazılı değil. Ben, en çok bir düşünceyi yenmekte zorlanan bir mahlukat; pişmanlık ve nefret arasında gezinen tiksinç bir ruh gibi; zehirli bir benliğe yapışıp kalmış bir kene parçasıyım. Ve şimdi dilerdim ki tüm bunlar, bu benzetmeler ve betimlemeler, birer şaka; birer kandırmaca; birer nefret kusuş olsa.

Gerçek hayatta şeytanlar, nefret dolu intikamcı ruhlar yoktur; çıplak gözle göremeyiz onları. Ancak bir gece hissederiz. Varlıklarından şüphe duymayacak kadar yakınlarda gezindiklerini anlarız suratımıza inen bir esintiden; bizi yerimizde kımıldatacak bir ürpertiden. İşte, tüm bu sınırda gezen bağırsak deşen duygular; hepsi, insandan gelmedir. Zihnimiz anlar, duyumsar, sezer ve bu şeytanları gösterir bize. Kimi sadece aynada görünür biz geçerken; kimi de fark ettirir kendini, aklımızda aniden canlanan bir dörtlükten.

Ben, klasikleşmiş ancak sıradanlaşıp bayatlamış bir romandan başka bir oluşum olamadım hiçbir zaman. Sayfalarım sarardı. Ardı kesilmeyen yağmur damlaları, harflerimi gözyaşına dönüştürdü; cümlelerim birbirine girdi ve ben hiçbir şey yapamadım. Hangi sayfalarda yaşadım ve hangilerinde veda ettim yaşama; bilmiyorum, hangilerinde gerçek aşkı tadıp, hangilerinde nefret ve kinle yoğrulduğumu da. Birbirine karışmış siyah-beyaz bir soyut sanat parçasından başka neyim şimdi? Ve kim takdir edecek bana bakıp; kim sonsuz olabileceğimin mutlu sözcüklerini fısıldayacak?