Metroda, okulda, caddelerde dolaşırken çevrenizde gördüğünüz yüzlerce insan hakkında hiç düşünmüş müydünüz? Hepsi, kendi gündemleriyle meşgul ve bir yere varmak için yoldalar tıpkı kendimiz gibi. Hayatta ana karakter olmadığımızı anlamak için biraz durup etrafımızı izlememiz yeterli. Kendimiz haricindeki tüm yaşamlarda birer figüran rolü üstleniyoruz sadece. Bir dizide ana karakterler konuşurken arkada kahve içen -bazen içiyormuş gibi yapan- ve kimsenin dikkatini çekmeyen oyuncular gibiyiz. Binlerce ana karakterin arasında yaşayan -bazen yaşıyormuş gibi yapan- insanoğluyuz işte. Bu kadar genel perspektiften bakmayı bıraktığımızda ise ortaya daha anlamlı hikayeler ve bakış açıları çıkıyor. Gelin beraber bakalım halimize yakın mercekleriyle hayat penceremizden.

        Her ne kadar çok olsak da bu kürede, küçük çemberler içinde özel hikayelerimiz ve görevlerimiz, etkilerimiz var. Hayatta o kadar rol üstleniyoruz ki sadece bir figüran olarak kalmaktan korktuğumuz için; anne, baba, abla, öğrenci, öğretmen, yazar, müdavim, dost ve benzeri birçok sıfat taşıyoruz. Bu sıfatlarla yaşamak kolay değildir ve hep bir çaba içerisindeyizdir rollerimizi bir arada tutmak için. Kendi ellerimizle ördüğümüz kıyafetler gibi gördüğümüz bu roller olmadan çıplak ve savunmasız kalacağımızı düşünürüz. Bazen doğal formumuza çok büyük veya fazlasıyla dar gelip giydiğimizde nefes almamamız gereken roller de biçeriz kendimize. Halimiz dışarıdan bakınca ne komik görünür değil mi? Bir elbiseyi giymenin hırsı ne kadar etkileyebilir ki insanı?  Bu elbise mutlaka üstümde olmalı, dediğimizde onun içine girebilmek için her şeyi yapmaya başlarız. Nelerden fedakarlık edilir bu rollere bürünmek uğruna… En sonunda içinden çıkılamaz bir hal alır bir rol üstlenmek ve imkansızlaşır bu rollerden beraat etmek. Sıkışır kalırız da çıkmaz bir türlü üstümüzden bu kıyafet. O kadar çok bürünmüşüzdür ki bazı rollere, derimizle birleşmiştir sanki kıyafetlerimiz, artık salt benliğimizi tanıyamayacak hale getirmiş oluruz, aynada gördüğümüz kişinin kim olduğunu sorgularız. Bu soruya cevap bulmak, o derimize işlemiş kıyafetleri kazıyarak çıkarmayı gerektirir. Bize ait olmayan rolleri üstlenme hırsının bedelidir bu.

       Eğer insanlar bu kıyafetlerse, dünya bir gardıroptur nitekim. Ne var ki günümüzde kolayca gözlemleyebileceğimiz tüketim çılgınlığından kendimize düşen payı da alıyor ve binlerce role bürünüp hem bu rolleri hem de kendimizi tüketiyoruz. Bu durum hem birçok parçaya bürünmekten hiçbir rolü tam olarak yerine getiremememize hem de bir kıyafeti bütün zarafetiyle üstümüzde taşıyamamamıza neden oluyor. Elbette birkaç parçadan güzel kombinler oluşturulabilir fakat üst üste iki elbise üç kazak ve sekiz çanta giyemeyiz. Giysek de konforlu olamayız ve estetik görünmeyiz. Bu durum zihinsel sağlığımız için de bir tehdittir, birden çok dominant kişiliğe bürünmek zihnimizi yoracak ve hasta edecektir. Birbirini desteklemeyen ve çatışan roller ahenk arayan ruhumuzda yaralar açacaktır. Kimilerinin hayatında iyi kimilerininkinde kötü kalmaya razı olup rollerimizi bitirebilmektir bazen ihtiyacımız olan. Bu bütün sahnelerden çekilmek değildir. Hiç durmadan bir sahneden diğerine geçen bir oyuncu olmaktan çıkıp kendi sahnemizde en gerçek gösterimizi yaparken gelenleri ağırlamak ve bölümleri bitince uğurlamaktır aslında hayat. Sürekli sahne değiştirip kendi dünyamızı başıboş yapayalnız bırakmak, bizim için belki de o kadar önemli görmediğimiz figüranların kendi sahnemizi doldurup ana karakter olmalarını izlemenin dehşetine düşürebilir bizi. Nereyi neden terk edeceğimizi veya neden sahip çıkacağımızı bilmek tam da burada can alıcı bir noktaya dönüşüyor. En katkısız pür halimizle, üstümüzde hiçbir saklambaç olmadan hayatımızı yaşayabiliyorsak, insanlara bu halimizle yaklaşacak cesareti gösteriyorsak sahnede söz sahibi olmak hakkımızdır. Yoksa sadece yaşayanları izleyen koltuklarda otururuz ve yaşamış gibi davranan figüranlardan oluruz. Şimdi hava 30 derecek iken o deri ceketi üstünüzde güzel durduğu için giyecek misiniz yoksa kışı mı bekleyeceksiniz?  Seçim sizin.