Sabahın köründe ya da beklenmedik bir zamanda çalan telefon ve kapı zillerini oldum olası sevmemişimdir. Sınav zamanları ders çalışmak için çok erken bir saate ayarladığım cep telefonumun sesi de soğuk duş etkisi yapar bende. Aslında bugün de bir nevi sınav günü benim için. Sarıyer’de bir yayınevinde yazdığım şiirler için görüşmeye gideceğim. İş yerimden bir günlük izin aldım. Hastayım dedim onlara. Ne bileyim, şiir yazıyorum demeye utandım herhalde bir günah işlemiş gibi.
Alelacele çıktım evden. Saat sabahın dokuzu. Görüşmem saat on birde. Geç kalmayı hiç sevmem. Metroda giderken son bir kez yazdığım şiirlerin nüshalarını ve kitabın giriş satırlarını okuma gafletinde bulundum. İçindekiler diye adlandırdığım kısımdan önce kopyasını aldığım ‘’Ön söz için notlar’’ diye bir bölüm gördüm ve sanki ben yazmamışçasına kendime yabancılaştım. ‘’Şairin kullandığı Türkçe, günümüz Türkçesi ile geçmiş dönem dillerimiz arasında bir köprü niteliğindedir benzetmesi yapılması bence gereklidir.’’ diye bir not almışım. Bu kelimeler gerçekten benim dilimden mi dökülmüştü? Latin alfabesinde yer alan yirmi dokuz harfin şans eseri yan yana gelip bu cümleyi kurmuş olabilme ihtimali daha olasıydı sanki. Türkçe’de bir çığır açmam -sözde- ayrı bir mevzu, kendimden ‘’şair’’ diye bahsetmem ayrı bir mevzu. Neresinden yaklaşırsan yaklaş tutulacak bir tarafı yok. Bu gereksiz kibir nasıl vasıl olmuştu ruhumda! Rumeli Hisarı’na yakın bir yerde indim metrodan. Oysaki iki üç durak daha gitmem lazımdı. Bütün hâkimiyeti ayaklarıma bıraktım. Çünkü nadiren de olsa beni doğru yere götürdüklerini gördüm. Sahile doğru yürümeye başladım. Tanıdık taşlara ayak vurduğumu hissetmeye başladığım anda sağımda ince bacakları biçimsiz uzanmış bir adamın heykelini gördüm. Başının tepesine yakın bir yerde de bir martı. Orhan Veli. Ne zaman onun adı anılsa onun kelimeleriyle konuşma ihtiyacı hissederim nedense.
Ne zaman şu dizeler aklıma gelse bu kelimeleri benim edememiş olma, ruhumu parçalar ve abisini kıskanan küçük kardeş gibi görürüm kendimi.
‘’Gelelim sonuncuya.
Hiçbirine bağlanmadım
Ona bağlandığım kadar.
Sade kadın değil, insan.
Ne kibarlık budalası
Ne malda mülkte gözü var.
Hür olsak der,
Eşit olsak der.
İnsanları sevmesini bilir
Yaşamayı sevdiği kadar.’’
Yanı başına oturdum ve önümüzde laleler ekilmiş. Son geldiğimde ayaklarının altı çırçıplaktı. İsteyerek ya da istemeyerek kim akıl ettiyse sağ olsun. Düşlere daldım. Keşke bin dokuz yüz kırklı yıllarda, Beyoğlu meyhanelerinde rakı içtiğin günlerde, yan masanda oturabilseydim. Sen sevdiğin kadını, yukarıda döktüğün satırların sahibi kadını Melih Cevdet’e, Oktay Rıfat’a anlatırken birazcık kulak kabartıp güzel sohbetinize vâkıf olabilseydim.
Burada inceden yağmur başladı. Damlalar saçına düşüp alnından aşağı doğru süzülüyorlar. Az ötende martı, denize hasret, alnından aşağı süzülen damlaları denize yorup seyreyliyor. ‘’Olmak ya da olmamak’’ demiş ya Shakespeare. Sana olmamak yakışmazdı.
İyi ki var olmuşsun. Koltuğumun altında duran yayınevinin beklediği şiirleri yırttım. Çimenlere uzandım ve gökyüzünü seyre daldım.