Bir şeylerin eksik olduğu duygusunun fark edilmemiş bir zaaftan ibaret olduğunu öğrenmiştim. Yaklaşık bundan bir buçuk yıl öncesiydi. Kendimi tanımaya hiçbir zaman olmadığı kadar yaklaşmıştım. İçimde bir boşluk olduğunda bunu sebebini biliyor gibiydim. Yüzümü güldürecek fikri buluyor gibiydim. Yatağa uzanmanın en kolay ve keyifli olduğu zamanlardı. Kendimi sevmeyi öğrendiğim kadar başkalarını sevmeyi de öğrenmiştim. O kadar anlayışlı olmuştum ki affetmek bir seçenek değil zorunluluk haline gelmişti. Nefret, yüzünü unuttuğum eski bir tanıdık, öfke her daim kapıdan çevirdiğim bir dilenciydi. Ne kadar da değiştin, diyorlardı. Değişmiştim tabi, hayatın ne kadar kolay olduğunu anlamıştım. Büyük çabalara gerek bile yoktu. Gülümsemeler ne kadar çok şeye kadirdi! 


Bu yeni hayat anlayışım beraberinde bir sorun getirmişti: bazen bir yokuş çıkarken, bazen bir çay doldururken hatta bazen yıldızlı göğü izlerken kalbimi ansızın vuran ölüm sancıları… Ölmekten hiç bu kadar korktuğumu hatırlamam. Bazen öyle dehşetli bir hal alırdı ki kendimi iç içe geçmiş onlarca dipsiz kuyuya art arda düşüp duruyormuş gibi hissederdim. Yok olmak aklımın almadığı bir şeydi. Saçımı başımı yolmamak için zor dururdum. Diğer insanların bu gerçeğe rağmen nasıl "normal" kalabildiklerini anlayamazdım. Fakat beş dakika sonra ben de tekrar "normal" oluverirdim işte.


Bu "ansızın kalbi vuran ölüm akıntıları"nı saymazsak hayatımdan gayet hoşnuttum. Hatta öyle gelirdi ki birdenbire büyük bir badire yaşasam, mesela bir bacağımı kaybetsem ve tek bacağa mahkum kalsam, yine de bu saadetimden bir şey eksilmeyecekti. 


Çevrem hiç olmadığı kadar genişlemişti. Önceleri küçük ama derin güzelliklerle ve çekingenliklerle seyreden ufak arkadaşlıklarımın yerini gerçek bir samimiyet ve eğlence almıştı. İnsanların nasıl beraber bir şeylere katıla katıla güldüklerini hiç anlamazdım, o kadar eğlenmek mümkün gibi gelmezdi. Şimdiyse onlar gibi katıla katıla gülüp eğlenir olmuştum. 


Hayatın her dönemi gibi bu sarhoşluk hali dönemi de uzun sürmedi. Öyle feci son buldu ki bir daha gülümseyemeyeceğimi sanmıştım. Anlayamıyordum, mutluluğum neden kaybolmuştu, oysa hala insanlarla sürekli muhabbet ve gülücük içerisindeydim? Fakat bir fark vardı işte ve bunu görüyordum: kalbim artık dudaklarım kadar kolay gülümseyemiyordu. 


Bu dönemimin öncesinde hayatla ilgili birçok tefekküre girişir, karşılaştığım her olgu üzerine uzun uzun düşünür ve nihayetinde özümün sesinden bir fikir oluştururdum. Uzun uzun yazılar yazardım. Şarkıları tasavvurumda katmanlandırır ve her ayrıntısına zihnimde ayrı bir resim çizerdim. Asla gerçekleşmeyecek abartılı hayallerle tüylerimi ürpertirdim. Bu dönemimin sonunda anladım ki tüm bunlar insanlardan çok daha güzel, çok daha kıymetli şeylerdi. İnsanların peşinden koşarken tüm bu güzellikleri terk etmiştim, yerineyse kahkahaları ve ölüm krizlerini koymuştum. 


Kalbimden gülümsemesini çalan hiçbir zaman gerçek manada sevilmeyeceğim, gerçekten bir değer sahibi olamayacağım kavrayışı olmuştu. Salt ve apaçık bir değerim yalnızca annemin kalbinde vardı. Diğerleri yalnızca temsil ettiklerime kıymet veriyor ya da vermiyordu. En ufak hatanı kalbine cız diye batırabiliyorlardı. Varlığını kolaycacık unutuyorlardı. 


Geldiğim noktada insanlardan nefret ettiğim sanılmamalı. Bir daha eski ben hiçbir zaman olmadım. Her zaman yeni bir benim ve daima daha iyi olmaya çalışıyorum. Bu dönemin hataları olduğu gibi doğru düşündüğü noktalar da vardı. Mesela gülümsemek konusunda cimrilik ne bana ne de diğerlerine iyi hissettirirdi. Kendimle baş başa olmaktan hoşnut olduğum özel zamanlar dışında hoşgörü ve gülümserliğimi takınmaya gayret ettim. Nefret ve öfkenin lüzumsuz duygular olduğuna hala o kadar eminim ki sanırım orta yaş krizime kadar bu düşüncem değişmeyecek. 


Değişiyoruz, bu dünya çölünü kah susuz sürünerek kah mehtaplarda çalgı çengiyle bir şekilde aşıyoruz. Hepimiz oraya varmaya çalışıyoruz. Uzun yollar aştık ama biliyoruz önümüzde sonsuz bir yol var. 




İçimdeki boşluk her adımımda beni çimdikliyor hala. Oysa o dönem kurtulmuştum işte bu histen. Hayat şu kafasına basınca açılan tükenmez kalemler gibi işte. Bir sıkıntıyı örtüyorsun yerine başkası çıkıyor. Mutlak bir mutluluğa ulaşmak değil gayem. Gayemin ne olduğunu aramak sadece. Bulurum belki bir gün.