Her sabah aynı teraneye uyanırdı. Buğulu gözlerini açar, yatağının yanına koyduğu telefonunu yatakta arar ve birkaç saat erken uyandığını fark eder ve tekrar uyurdu. Birkaç saat sonra yine uyanır, kahvaltısını yapar ve istemeye istemeye de olsa işine giderdi.

Bu sabah da gözlerini açtı, telefonunu aradı ve buldu. Saate baktığında ise saatin bayağı bir geç olduğunu gördüğünde okkalı bir küfür savurdu. Küfür etmeyi hiç sevmezdi. Kendinden birkaç saniye utanıp yatakta doğruldu. Kalkması lazımdı ama o birkaç saatlik uyku onun için artık vazgeçilmez olmuş, onsuz uykusunu alamaz olmuştu. Fakat tekrar uyuyabilecek durumda değildi. Bir işi vardı ve bu adaletsiz dünyada para kazanması gerekiyordu. Kahvaltısını hazırlamak için mutfağa doğru yöneldi.


İşe gitmek için dışarıya çıkıp arabasına bindiğinde aklında işinin çok zor olduğu vardı. Niye herkes gibi evinden ya da masa başından yapabileceği bir iş yoktu ki? 

Torpidoyu açtı ve eskimiş fotoğraf makinesini eline aldı. Üniversiteden beri aynı fotoğraf makinesini kullandığından makine oldukça eskimiş, derisi parçalanmış ama hala çalışan bir makineydi. Bu fotoğraf makinesi ile çektiği ilk haberi hatırlar gibi oldu Fotoğraf makinesinin şarjını kontrol ettikten sonra torpidoya geri koydu ve arabasını çalıştırdı. Yolda giderken önündeki ve yanındaki arabaların içindeki insanların nereye gittiklerini hayal ederdi. Mesela sağında hızla yol olan kırmızı Mercedes'in içindeki kadını düşündü. Nereye gidiyordu? Nereden gidiyordu? 

Herkesin farklı bir hayata sahip olması da ona çok büyülü geliyordu. Vızır vızır geçen arabalar, karşıdan karşıya geçmeye çalışan çocukların hayatlarını düşünmeyi çok severdi. 

Aynı şeyi mezarlık ziyaretlerinde de yapardı. O mezarların üzerine dikilen soğuk taşa bakarak nasıl hayatlar yaşadıklarını, neye gülüp ne ağladıklarını, kimleri sevdiklerini kimlerden nefret ettiklerini, duydukları aşkları düşünürdü. İçinde büyülü bir burukluk oluşurdu. Ta ki bir bebek mezarı ile karşılaşana kadar. O zaman tüm büyü bozulurdu.

Dünyanın tüm adaletsizliği, adiliği ve kahpeliği gün yüzüne çıkardı. O zamanlar dünyadan nefret ederdi. Fakat yapacak hiçbir şeyi yoktu, tek başına dünyanın tüm düzenini değiştiremezdi.

Tüm bu düşünceler eşliğinde kafasını kaldırdığında kendisini iş yerinin, gazetenin önünde buldu. Hep gazetenin önü arabalarla dolu olurdu. Hiçbir zaman arabasını gazetesinin önüne

park edip kolayca bu işin içinden sıyrılamazdı. Hep bir park yeri arar ve sonunda gazetenin bilmem kaç sokak ötesindeki bir ara sokağa park ederdi. Bu sefer de öyle oldu. 

Bilmem kaç sokak ötedeki eski bir deponun önüne bırakıp arabasını iş yerine doğru yürüdü. Kapının önünde durup derin bir nefes aldı. Bir adım sonra kaosun ortasına düşecekti. 

Yavaşça kapıyı açtı. İçeride koşuşturan başka ekip muhabirleri, kameralarını kurmaya çalışan kameramanlar, ortalığa emirler yağdıran çekim direktörleri... Hepsine alışmıştı artık.

İçlerinden yavaşça sıyrılmaya çalışırken iş arkadaşı Ali'nin sesini duydu. Ali onun hem arkadaşı hem de üstüydü. Birbirlerini sevseler işlerini yapmaları gerekiyordu.

''Kemal, sabahki patlamayla alakalı fotoğraflarını haberi hemen yapman lazım. Ofise bıraktım fotoğrafları.''

''Basım olalı saatler oluyor, ne bu acele?''

''Direktör haberi kanlı canlı görmek istiyor.''

''Patlamanın büyüklüğüne bakılınca baya kanlı görecek.'' 

Aslında Kemal espri yapmamıştı. Uzun zamandır da espri yapacak halde değildi zaten. Ama Ali bunu espri olarak yorumlamayı seçti. Kahkahalar atarak Kemal'in yanından uzaklaştı.

Neden olduğunu anlamadığı bir sebepten bu olay Kemal'in de yüzünü gülümsetti. Yavaş bir şekilde üst kata ofise doğru çıkmaya başladı. Ofise girdiğinde gözleri ilk Semra'yı aradı. Onu bulamayınca içinde bir burukluk oluştuğunu hissetti. Semra... o farklıydı. Kemal için belki de bu işe katlanıyor olmasının en büyük sebebiydi. Ona olan duygularına karşı pek emin değildi doğruyu söylemek gerekirse. Bazen onun yanında olmaktan çok zevk alıyor, başka hiçbir yerde olmayı dilemiyordu. Bazen de... bazen hiç kimsenin yanında olmak istemiyordu. Ancak şu an gözleri Semra'yı arıyor, onu bulmak istiyor gibiydi. Onsuz işin pek zevki kalmıyordu. Bilgisayarını açıp haberi hazırlamaya başlamıştı ki direktörü Mehmet koşa koşa yanına geldi. 

''Başlamışsın haberi yapmaya...''

''Evet, daha bitmedi ama...''

''Sen şimdi boş ver bunu, bunu buradakilerden birisi yapar. Senin yeni patlamaya gitmen lazım.''

''Yeni patlama mı?'' Bunu sorarken hiç şaşırmamıştı.

''Evet... Şehrin kalabalık caddelerinden birinde yine patlatmışlar. Şerefsizler her gün en az üç bomba patlatıyorlar.''

Geçen seferki canlı bomba saldırısının fotoğraflarını çekmek Kemal'i psikolojik olarak çok yıpratmıştı. Havadaki yanık et kokusu burnundan günlerdir gitmemiş durumdaydı. Mehmet de bunu anlamış olacak ki sözlerine devam etti.

''Senin olay yerine girmene gerek yok... Semra da orada zaten. Sen de civardaki insanlarda olay yerinde ne olduğu hakkında konuşursun.''

''Orada mı?''

''Evet, bomba patlarken oradaymış...''

Heyecanlandı, hatta korktu. 

''İyi mi peki? Ne işi varmış orada?''

''Bilmiyorum... Bir şeyim yok dedi...''

Normalde olsa gitmeyi reddedebilirdi ama Semra'nın orada olduğunu bilmek onu istemsizce kabul etmeye zorladı.

''İyi, gideyim madem...''

''Dikkatli ol.''

''Neden?''

''Ne demek neden? En sevdiğim, en çalışkan gazetecimi kaybetmek istemiyorum.''

Gülüştüler. Binadan yavaş yavaş çıkarken patlamanın etkilerini görüyor gibiydi. Ambulanslar gazetenin önünden vızır vızır geçiyor, arkalarında bıraktıkları acı siren sesi kulakları rahatsız ediyordu. Ülkesinin içinde bulunduğu kaotik savaş atmosferi onun canını çok sıkıyordu. Her gün ölen askerleri, düşmanlar tarafından ortalık yerde infaz edilen meslektaşlarını görmek de hoş değildi ama onun canını sıkan olanların masum insanlara oluyor olmasıydı. Arabasına gidip binerken aklında hep şu anki canlı bomba olayı vardı. Semra'nın da orada olduğunu öğrenmişti. Ya ona bir şey olsaydı? Bunun bedelini kim ödemeliydi? Ülkelerini savaşa sokan çatal dilli politikacıları mı yoksa bu savaşın bedelini masum insanlara ödetecek olan düşman askerleri mi? O an ikisi de aynıydı gözünde. Kendi politikacılarına ne kadar güveniyorsa düşman askerlerine de o kadar güveniyordu. Arabayı çalıştırdığında kendi hazırladığı listeden bir şarkı da açılmıştı. Troya savaşını anlatan İlyada'dan uyarlanmış bir şarkıydı.


''Welcome to the end... Watch your step Cassandra you may fall... as i've stumbled on the field, sister of mine.'' (Sona hoş geldin... Adımlarına dikkat et Cassandra, düşebilirsin. Tıpkı benim savaş meydanında düştüğüm gibi kardeşim.)


Hektor'un ölmeden önce seslendiği kız kardeşine son sözleriydi bu. O an kafasına dank etti, insanlar hep aynıydı. Hiçbir zaman savaştan vazgeçmiyordu. O anda günümüze kadar yapılmış tüm savaşlar gözünün önüne gelir gibi oldu. Kaç asker umutsuzluk içinde savaş meydanında kanayarak ölmüştü? Arabasını sürmeye başladığında patlamanın etkisiyle trafiğin çok sıkışık olduğunu barizdi. Trafik açılacak gibi durmadığı için cep telefonundan Semra'yı aramaya karar verdi. Telefon birkaç dakika çaldıktan sonra hatların düşmediğini gördü. Patlamanın etkisiyle herkes yakınlarını arıyordur diye düşündü. Semra'ya ulaşmak için beklemekten başka çaresi yoktu. O an neden Semra'yı bu kadar önemsendiğini düşünmeye başladı. Kendisi kimseye bağlanamayacağını, kimseyi sevemeyeceğini düşünse de içten içe Semra'ya aşık olduğunu kabulleniyordu. Peki ne ara olmuştu bütün bunlar? Ondan pek emin değildi işte. Semra'yla aralarındaki şeyin ne olduğundan da emin değildi. Seviyordu ama Semra'nın onu en azından kendi bakışından sevdiğinden emin değildi.  

Yol açıldıktan kısa bir süre sonra olay yerine varmıştı. Arabasından indiğinde yine o koku beyninin derinlerine kadar yol aldı. Yanık et kokusu. Öylece dikildi kaldı. Yanına Semra gelmeseydi kalmaya devam ederdi. Etrafında insanlar acele ile koşuşturuyor; polis, kalabalığın patlama yerine girmemesini sağlamaya çalışıyordu.

''Kemal? Senin burada ne işin var?''

''Mehmet yolladı...'' dedi Semra'ya bakmadan. Daha sonra gözlerini Semra'ya çevirdiğinde kolunda kanla kaplı bir sargı gördü.

''Koluna ne oldu?'' diye telaşlı bir şekilde sordu. Bu sesindeki telaşlı değişim Semra'nın da gözünden kaçmamıştı. Hatta bir anlık gülümsemiş bile olabilirdi.

''Patlama anında züccaciyecideydim. Patlamanın etkisiyle kırılan camlardan birisi koluma battı.''

''Hastaneye gidelim mi?''

''Yok.''

''Peki... kaç ölü var?''

''20'den fazla.''

''Kaç yaralı var?''

''O da 50'den fazladır.'' 

''Kolun çok kötü duruyor, emin misin hastaneye gitmemekle?'' 

''Eminim ya, bir şey olm...''

O sırada bir kadının feryatlarını duydular. Kadın polisler tarafından kapatılmış patlama yerine her nasılsa sızmış ve büyük ihtimalle ölmüş evladının başında ağlıyor, çığlıklar atıyordu. Kemal de Semra da sessizliğe bürünüp olanları izlemekle yetindiler. Kadın kendisini alandan götürmeye çalışan polislerin yüzüne bile bakmıyor, sadece yerde duran paramparça olmuş cesede doğru bakıyor ve çığlıklar atıyordu. O an ikisi de derin bir nefes alıp içlerinden aynı acıma duygusunu geçirdiler. Sessizliği bozan Semra oldu.

''Olay yerinin fotoğraflarını çekmem lazım... geliyor musun?''

İstemsizce başıyla onay verdi. Aslında girmek istemiyordu olay yerine. Üzerinde nasıl bir etki bıraktığını biliyordu. Ama Semra'yı reddedemedi. 

Bombanın patladığı yere yaklaştıkça yerdeki siyahlık artıyor ve kanla karışık yanık et kokusu daha çok duyuluyordu. Tam bombanın patladığı yerin önünde duran polisler alanı çevrelemişlerdi ve kolay kolay kimseyi sokacaklar gibi durmuyordu. Onlardan izin almaya giden Semra dönünceye kadar Kemal etrafa göz atmaya karar verdi. Tam bulunduğu yerin çaprazında bacak olduğunu tahmin ettiği parçalanmış bir uzuv bulunuyordu. Midesi bulandı, kusacak gibi oldu. Bacağın yanında çok ufak bir et parçası daha vardı. Kemal etrafta yürümeye başladı. Bu uzuvlar ve cesetlerin bir çoğunun hala meydanda duruyor olmasının sebebi ne, diye düşündü. Çok sayıda yaralı olmalıydı ki ambulanslar sadece yaralıları alıp dönmüş olsun diye içinden geçirdi. Daha fazla ölüm olmamasını temenni etti. Tam o sırada Semra yanına geri geldi. 

''Hadi gel, izni aldım.'' diye hevesle söylemişti. 

''Semra...'' 

''Efendim?''

''Biraz bekleyebilir değil mi?''

''Hayır bekleyemez... fotoğrafları çekmemiz lazım Kemal. Birazdan ambulanslar tekrar gelecek, her şeyi toplayıp geri gidecekler.''

O an Semra'nın yanında olmak istemediği anlardan birisiydi işte. Nasıl oluyordu da bu kadar düşüncesiz oluyordu? Tam çarpazlarında bir insan bacağı durmasına rağmen, nasıl? O bacağın kime ait olduğunu düşünmüyor muydu? O bacağın kim bilir kaç defa bir topa vurduğunu ya da nasıl bugün kendi ölümüne doğru adım attığını nasıl düşünmüyordu? Semra Kemal'in yüzünden az çok ne düşündüğünü anlamış olmalıydı. Kendini açıklamak zorunda hissetti. 

''Bak...'' dedi. ''Anlıyorum... Bizim de işimizi yapmamız gerek.''  

Kemal bu açıklamayı yapmacık buldu. 

''Semra... sen git lütfen çek fotoğrafları... ben arabada bekliyorum seni. Kendimi hiç iyi hissetmiyorum...'' 

Semra üstelemedi. Başıyla onay verdi sadece. Kemal de arabaya geri gitti. 1970'lerden kalma bir jipin içinde midesi bulanıyor, nefes alamıyordu. Kendisinin çok güçsüz olduğunu düşündü. Semra güçlüydü. Güçlü olmak istiyor muydu? Bilmiyordu ve sanmıyordu.

Birkaç dakika sonra yanına Semra geldiğinde onu arabanın direksiyonuna yaslanmış bir şekilde yarı baygın olarak buldu. Semra yanına oturduğunda anca kafasını kaldırma gücünü bulabilmiş, Semra'ya doğru bakmıştı. O an Semra'nın yüzünün sapsarı olduğunu fark etti. Semra da gördüğü şeylerden etkilenmişti demek. Demek o da güçlü değildi. 

''Gelmemen isabetli olmuş...'' dedi Semra.

''Çok mu kötüydü?''

''Hayatımda hiç...'' gözleri doldu. Semra'nın gözleri doldu. Kemal o an birçok şeyi hayal edebilirdi ama bu aklının ucundan bile geçmezdi. Sözlerine devam etti.

''Kemal... gidelim mi?''

Kemal arabanın kontağını çevirdi. Araba daha önceden hiç bu kadar acı ses çıkartarak çalışmamıştı.  

Gazeteye geldiklerinde ikisini de bekleyen Mehmet hemen onlara doğru koştu. Semra ile tipik şeylerden bahsetmeye başladıklarında Semra sanki hiçbir şey olmamış gibi eski haline bürünmüştü. Yanlarından ayrılmanın en doğrusu olduğuna karar verdi. Semra'nın ciddi, kendi tabiriyle, güçlü hali bir maske olabilirdi diye düşündü. Belki de Semra da benim gibidir, diyordu üst kata çıkarken. Bir ümit söylüyordu tabii ki bunu.