Gazinonun içi kalabalıktı. Dertli mi neşeli mi olduğu belli olmayan bir şarkının sesine sarhoş naraları karışıyordu. İçlerinden bazıları hâlâ kendilerindeydi ancak bunlar da esrik dostları gibi davranmaya çalışıyor, bu yüzden tıpkı onlar gibi ağızlarına geleni söylüyorlardı. Kimin sarhoş kimin ayık olduğunu anlamak güçtü. Gazinonun mavi renkli duvarları bu manzaraya çok kez tanıklık etmişti ancak içeridekiler, bu yerin ilk kez böyle büyük bir eğlence gördüğü zannıyla kendilerini kaybetmekteydiler. Bir süre sonra şarkı faslı kapandı. Sahneye bir kadın çıktı. Bir dansöz. Soluk yüzü, yeşil gözleri ve sarı saçlarıyla etrafa şimdiden, henüz dansa başlamadan neşe saçmayı başarabilmişti. Onu görenler, bu soluk yüzde gördüklerinin ne olduğunu pek bilemiyorlardı. Niçin bu yüze böylesi büyük bir hayranlık duydukları sorulacak olsa, gerçekten duydukları bu derin hayranlığın pek mantıksız bir iş olduğunu itirafa mecbur kalabilirlerdi. Ancak yine de öteki kadınları, canlı yüzlere, parlak yüzlere sahip kadınları bir kenara bırakmış, dahası kendilerini evlerinde bekleyen kadınlarını bir süre daha bekletmeyi göze almış, bu soluk yüzlü, yeşil gözlü kadını seyretmek hazzına kendilerini kaptırmışlardı.


Uzun boyuyla ve görmekle bile sarhoşlara haz veren göğüsleriyle bu kadının ne bu gazinoda ne de âlemin bir başka yerinde bir benzeri olmadığını zannediyordu herkes. Bu yüzden böyle gecelerde daima onun yolu gözleniyordu. O sahneye çıktığındaysa, müzik sesine karışan sarhoş naraları artık müziğin de üstünde bir güç kazanıyor, sırf bu kadın bu sözleri duysun ve sarhoşların gözlerine şehvetle baksın diye türlü çabalar sarf ediliyordu. Bir aralık, dansın en güzel yerinde, oturanlardan biri dayanamayıp yerinden sıçradı.


"Ne güzel şeysin ulan sen öyle!"


Bu tür laflara karnı tok olan dansöz, buna karşın işinin ehli oluşundan ötürü sesin geldiği yöne doğru şöyle bir baktı. Oldukça işveli bir bakıştı bu. Öyle ki sarhoş, gazino çıkışı bu kadınla bir gece geçireceği hayaliyle dalıp gitti, bir süre sonra da uyuyakaldı. Uyandığında ne gazino kalacaktı etrafında ne de dansöz. Şimdilik onu bu uykunun kollarına bırakalım. Yeşil gözlere dönelim. Herkes, hem de herkes, bu gözlerden çok bu gözlerin arkasında yatan öykünün peşindeydi. Kimsenin bunun farkında olduğunu zannetmiyoruz. Ancak bu keskin yüz hatları, bu sivri burun, bu yeşil gözlerle birleştiğinde insanı gerçekten de dinlenmesi gereken uzun bir öyküye sevk ediyor gibiydi. Bu yüzden yaşamaktan ve anlamaktan ölesiye yoksun olan bir kimse dahi bu gözlere baktığında Çehov'un deyişiyle Dostoyevskivari bir aşk duymaktan, kadının önünde yerlere kadar eğilmekten ve ona tüm yaşamını sunmak gibi bir aptallığa kapılmaktan kendini alamıyordu. İşte onun esas öyküsü buydu. İşinin ehli olmasını, gazinonun sahibi tarafından bir hazine gibi görülmesini ve iyi para kazanmasını sağlayan şey, tam olarak şu işveli bakışlardı.


Elbette sarhoşlarımızın, bu kadını gördükten sonra diyebileceğimiz, düşkün aşıklarımızın tatmin olacağı bir yanıt değildi bu. Bir öykü arıyordu onlar bu gözlerin arkasında. Onlara esas öykünün zaten bu şehvetli bakışların kendisi olduğunu söylemenin bir yararı yoktu. Onlar, kesinlikle ve kesinlikle daha farklı şeyler, derin acılar, derin kederler görmek, bunlar hakkında anlatılacakları işitmek istiyorlardı. Gelgelelim, genç kadının, adını da söyleyelim, Defne Yılmaz'ın kimseye bir şey anlatmak gibi bir kaygısı bulunmuyordu. Dahası, henüz bu gazinoda onun sesini duyabilmiş pek bir müşteri bulunmamıştı. Herkes ilk olmaya, bu kadını bir yatak odasında çıldırasıya severek söyletmeye layık olduğu inancıyla onun önünde diziliyor, gösterisini olanca dikkatiyle seyrediyordu.


Gösteri faslı bittikten sonra, sarhoşlardan ikisi dışarı çıktılar. Defne sahne arkasına geçtiyse, sahnede görülmeye değecek bir şey kalmamış oluyordu onlara göre. Gerçi herkes için böyleydi bu. Ancak onlar, yani ötekiler, en azından verdikleri paranın biraz daha tadını çıkartmak istiyorlardı. İki sarhoş, Cemal ve Gürbüz ise ceplerinden çıkanın çoktan midelerine indiğini düşünüyorlardı. Menüde yok yok! Bir çift yeşil göz, incecik kaşlar, iri göğüsler, iri bir kalça ve sarı saçlar. Bununla karnı doymayanın hiçbir şeyle karnı doymazdı onlara göre. Yalnız, bundan bir fazlasını istemek mümkün olsa, elbette bu kadını yataklarına alarak doymak isteyecek olurlardı. Bu düşünce akıllarından geçtiğinde, sanki bu konu hakkında konuşuyorlarmış gibi doğrudan ortaya bir laf attı Gürbüz.


"Yok be! Ulan şununla yaşamaya bizim paramız mı yeter?"


Cemal, bu ortasından başlanan sohbeti hiç yadırgamadan yanıtladı arkadaşını.


"O şimdi kimler yaşatıyordur, sen merak etme."


"Öyle mi dersin?"


"Öyle ya, olmaz olur mu? Bu karıyı boş bırakırlar mı oğlum? Senin benim karılara benzemez bu. Görmedin mi şu attığı bakışı?"


"Bunu biz niye hiç dışarıda, sağda solda görmüyoruz? Hiç değilse bir sohbet tutturur, öyle alırdık belki koynumuza."


"Ben bir kez gördüm," diye yanıtladı öteki. "Dinle," dedi sonra. "Anlatıyorum." Anlatmaya başladı. Sözlerinin ne kadarı gerçek, ne kadarı uydurma, bunu okuyucunun takdirine bırakıyoruz. Sarhoş palavrası bu, lafın neresinde saklanır, neresinde gösterir kendini, bilemeyiz.


"Şimdi sen bu karıyı böyle neşeli, kıvrak görüyorsun ama bir de dışarıda gör. Görmez değilsin, görmüşsündür elbet. Yeter ki gözlerini dört aç. Böylesi sağda solda görülmeyi pek sevmez. Gazinoda gördüğünle dışarıda gördüğün bir değil. Sen istiyorsun ki yolda aha bu kıyafetlerle, öyle kıvrak, şen şakrak çıksın karşına. Değil kardeşim, hiç öyle değil.


Bir gün çarşıya çıktım. Ama nasıl, bir görsen. Epey fiyakalıyım o gün. İçime doğmuş demek ki. Giyinmişim, kuşanmışım. Nereye gidiyordun, dersen, öyle üç beş öteberi almaya işte. Niyeyse üstüm başım her günkünden daha bir farklı. Böyle kadın, görmeden birkaç saat evvel hissettirir kendini. Gülme! Sahi söylüyorum. Neyse! Çıktım çarşıya, dolaşıyorum. İçimde yine bir his. Şöyle bir parka doğru mu gitsem, dedim kendime. Şöyle biraz tek oturur, cıgaramı yakar, kasabaya tepeden bakarım, diye düşündüm. Geçtim. Cıgaramı yaktım. Üç beş derken, tuhaf sesler duymaya başladım. Nedir, ne değildir diye kulak kabarttım. Baktım, biri ağlıyor. Hem de nasıl! Hıçkıra hıçkıra. Sağa baktım, sola baktım. En sonunda bir kadını, tek başına oturmuş, ağlarken gördüm. Vardım yanına. "İyi misiniz?" dedim."


"Hadi ulan oradan! Sende ne gezer o kibarlık?"


"Senin gibi konuşayım da kadını kaçırayım mı? Doğru düzgün sordum işte. Bir yanıt vermedi. Geçip yanına oturdum. Bir cıgara daha yaktım, bir tane de ona uzattım. Aldı. Çok şaşırdım. Demek ki, dedim, bu da derdini anlatmak için ısrar görmek isteyenlerden. Gocunmadım. Yeniden sordum. Yine yanıt vermedi. Sonra kısa bir nutuk çektim. İnsanların gelmişine de geçmişine de şöyle bir güzel sövdüm. Yine efendiliği elden bırakmadık tabii. Usulünce sövdük. Sonra sustum. Bu başladı anlatmaya.


O konuşmaya başladıktan sonra ben bunun yüzüne daha bir dikkatli baktım. O makyaj, o kıyafetler, o süs gittikten sonra bambaşka bir insan oluvermiş. Ama Defne, yine o Defne. Makyajsız, süssüz de bir güzel namussuzun kızı, sorma gitsin! Bu andan sonra, yani onu tanıdıktan hemen sonra, hiç bozuntuya vermeden anlattıklarını can kulağıyla dinlemeye başladım.


Uzun uzun anlattı, birader. Köyde doğmuş. Nerenin köyü, kimin köyü, bilmem. Bir köyden bahsetti. Bir ahşap evden. Yıllarca orada yaşamış. 'Oradan çıkmak için nasıl didinip durdum, bir bilsen!' dedi bana. Gel zaman git zaman, karşısına bir fırsat çıkmış. Adamın biri, bizim bu kasabadan, namussuz artık her kimse, bunu istemeye gelmiş. Bizimkinin adamda gönlü yok ama yine de 'Varırım,' demiş ailesine. Ailesinin canına minnet. Adam zengin, para bok gibi. Ee, onlar da nasiplenecek. Kızcağız varmış adama böylece. Onunla tutmuş bizim kasabaya gelmiş. İlk bir iki yıl çok da büyük bir eziyet olmamış ona. Aynen böyle söyledi. Nasılsa kurtulmuş köyünden. Ama sonra adam, eve birilerini getirmeye başlamış. Eşi, dostu, artık her kim varsa. Bizimki ürkmemiş önce. Sıradan misafirler olarak görmüş bunları. Ama sonra, kocasının tutup da kendisini pazarlamaya kalktığını görünce, ne bir giysi ne bir eşya, hiçbir şey almadan doğruca kaçmış evden.


Sonra bizim şu gazinoya düşmüş yolu. Bana bunun nasıl olduğunu pek anlatmadı ama galiba bizim bu Sertaç, ne yapmış ne etmiş düşürmüş bunu ağına. Gazinosuna almış. Zamanla kıvraklığını görünce, tutmuşlar dansöz etmişler. Herkes buna hayran! Malını mülkünü yoluna koyan mı dersin, Sertaç'ı araya sokup karıyı yatağına almaya çalışan mı dersin, rezillik gırla. Ama bizimki hiçbirine yüz vermemiş. Yine de bilirsin, onun hakkında laf söz hiç eksik olmaz. Bizim kasabanın tüm kadınları, bu kadını kocasının metresi sayar. Herkes o kadar boşboğaz ki, sağda solda reddediliş öykülerini anlatmak yerine, kadınla geçirdikleri hayali geceleri anlatır dururlar. Zamanla kasabanın tüm kadınları bizimkine düşman kesilmiş böylece. Bir vakit, hani şu bizim Zeliha'nın düğününe de gelmiş bu kadın. Ben o düğüne gitmedim, bilmem. Hiç de duymamıştım bu olayı. Herkesin gözü bunun üzerinde ama hayranlıktan değil, nefretten. Hatta kendisini küçümsediklerini, aşağılık biri gözüyle baktıklarını söylüyor. Öyle hissediyormuş. Ama birader, işin garip yanı şu ki, onu o gün oradan kovmak isteyen onca insandan tek bir tanesi bile tutup kolundan dışarı atamamış. Ne bir laf ne bir tavır. Niye dersen, bizim kasabanın erkekleri, hem de hepsi, bunu tanımamış gibi davranmaya mecbur kalmışlar. Böylece herkesin farkında olduğu bir gerçek gizli kalmış, herkesin kovmak istediği bu kadın da kovulmadan öylece durmuş orada. Gerçi sonra kendisi, bu bakışlara daha fazla dayanamayıp ayrılmış oradan. Ama kendisinin bakışlarını zaten görüyorsun. Gazinoda, onca neşeli tavrına rağmen, o gözlerdeki öfke bir türlü geçmek bilmiyor birader. Zannımca, o gün, o bakışını kasabalıya ikram edip öyle çekilmiştir kendi köşesine.


Ne diyorduk? Konu konuyu açıyor. Ben de anlatmayı pek beceremem birader. Sen de durdur beni, sağa sola saptığım vakit. Bizimki kimseye yüz vermiyor. Bir sevdiği de yokmuş. Nasıl olsun? Namussuzun birini, sırf bir kurtuluş bileti olarak gördüğü için sever görünmeye mecbur kalmış bu kadın. Ondan sonra nasıl olur da bunun içine sevda gelip oturur? Nefret ediyormuş herkesten. O gazinoya gelen adamlar var ya, tümünü öldürmek istiyormuş. Seni de birader, seni de. Dikkat et, bulduğu ilk yerde gırtlağına yapışır. Öyle nefret var bu karıda. 'Ben de oraya geliyorum. Seni izliyorum. Keyif de alıyorum. Hatta yanığım da sana biraz. Şimdi ben de mi suçluyum?' dedim. 'Evet,' dedi bana. 'Çünkü sen sevmeyi bilmiyorsun.' Bir şey demedim. Haklı kadın, sevmeyi bilmiyoruz. Bilsek elin adamına kaçıp gider miydi bizim Nejla. Nejla'yı sevmeyi bilmeyen, Defne'yi sevmeyi nereden bilsin? Hele bir de kadın dansöz. Neyse birader. Devam etti anlatmaya.


Bunun ailesiyle arasında hiçbir bağ kalmamış. Ne telefonlarına dönmüş onların ne de kapısına gelmelerine izin vermiş. Öylece yaşayıp gitmiş. Ne kadar acı çekse, ne kadar istemediği işler yapsa bile, boyun büküp dönmemiş köyüne. 'Dansözlükte utanılacak ne var? Sen de bizim şu kasaba halkı gibi mi bakacaksın yani kendine?' diyecek oldum, hiçbir şey demeden öylece önüne baktı. Öyle bir baktı ki birader, önündeki ağaç oldum, gözündeki nefreti gördüm. Bu kadın sadece kendisine kötülük edenden değil, kendisine acıyandan da nefret ediyor. Ona acıdın mı, yapılan kötülüğe ortaksın, demektir. Gerçi her zaman böyle değil midir bu? Acıyan, gönülsüzce avutmaya çalışan herkes, yapılmış olan kötülüğe ortak sayılmaz mı? Biz acımakla merhamet etmek arasındaki farkı bilmiyoruz, birader. Gerçi bilsek bile boşuna. Biz merhamet etmeyi de bilmiyoruz. Senin benim gibi insanlar ancak acırlar. Merhamet edemezler. Bu yüzden kimsenin yüreğinde bir yerimiz yok. Kimsenin gözyaşını yürekteki sevda tohumuna akıtamadık biz. Akıtamayız da.


Ailesinden söz ediyordum, değil mi? İşte bu ailesi, yıllar sonra bir kez daha aramış bunu. Bizimki de artık onların arayacağını falan düşünmediğinden, açmış telefonu. Demişler ki buna, "Bizim bir kız geliyor, üniversiteye başlayacak, artık sana emanet. Bir yer bul, bulana kadar da yanında kalsın." İstese kabul etmezmiş, etmiş. Bir diyet, demiş buna. Neyin diyeti, kime ne borçlusun diyecek oldum, bilmem, dedi. Bence kendine karşı ödemek istedi o diyeti. Kızı yanına almış. Önceleri bir an evvel bir ev bulmak istemiş bu kıza. Sonra çok sevmiş kızcağızı. Ev bulduğu vakit bile bulamadım demeye başlamış. 'Niye?' diye sordum. 'O benden daha bendi.' dedi. Abuk sabuk bir laf ettiğini düşündüm önce. Şimdi sana anlatırken anlıyorum ne demek istediğini. Bunlar iyi de anlaşmaya başlayınca, kız kalmış bizimkinin yanında. Ama mesleğini hiç öğrenmemiş birader. Bizimkini bilmem ne şirketinde bilmem ne müdürü bellemiş. Bizimki de bu kızcağıza bakmış, tüm masraflarını üzerine almış. Aslında güzel hikaye, geçmişe dönük bir çeşit günah çıkarma. Daha bunda ağlanacak ne var ki, diyebiliyor insan. Ben de dedim birader. Dedim. Sonra da oturup ağladım. Hem de ne ağladım!


Şu Sertaç namussuzu, bir vakit sonra kapılarına dadanmış bunların. Kızı nasılsa fark etmiş artık. Gel git, derken, bizimki kuşkulanmış. Yine de ses etmemiş buna. Kızı elden geldiğince uzak tutmaya çalışmış bu namussuzdan. Sonra bir gün, Sertaç konuyu açmış. Öyle sevda falan değil bununki. Doğrudan yanına almak istiyor kızı. Bizimki korkmuş, korkusundan da gerçeği görememiş. Sanmış ki bu Sertaç, bu kızcağızı da dansöz edecek gazinoya. Bir insan aynı felaket dolu yaşamı iki kez yaşamak ister mi hiç? Bu da bu kızı kendisi bellemiş. Kendisine yeniden bir yaşam vermiş onun varlığıyla. Hiç ister mi bu kızın da aynı yaşamı sürmesini? 'Olmaz,' demiş. 'Bu kız okuyor. Okuyacak da.' Sertaç da gülmüş. 'Hayır,' demiş. 'Öyle değil. Gül gibi yaşatırım ben bu kızı. Bir ev açarım hem. Burada kalacağına, benim himayemde kalır. Bizim karıya yedirdiğimi buna yediririm, ne olacak?' Delirmiş Defne. Silahı olsa çekip vuracak hergeleyi. Ama biliyorsun, birader, öyle ha deyince rest çekemez bu adama. Yaşamı onun elinde. Borçlu bırakıp kolunu zincirlemeden koyar mı böyle adamlar insanı? En sonunda yalvarıp yakarmaya başlamış. ‘Sertaç Abi,’ demiş. ‘Yapma! Kulun kölen olurum.’ Sonrası malum. Sertaç bu kadına ev açmış. Şu öğrenci kıza da bir yurt bulmuş Defne, kalacak. Ha bir de artık parası olan almış Sertaç’ın yanında soluğu. Defne, bizim şu yangın, yakında dansözlüğü de bırakır zannımca. Şimdi böyle karının neden senin benim gibilerle işi olmaz, anladın mı? Sertaç'a yedirecek o kadar paramız yok bizim. Hem olsa ne yazar? Aldık diyelim koynumuza. Sever, okşar, adamakıllı mutlu eder de tutup şöyle sevgi dolu bir bakış atmaz yüzümüze. Nefretinden uyutmaz bizi gecesinde. Hatta ne gecesi, ömür boyu uyutmaz birader, ömür boyu!"


"Hadi lan oradan! Amma da attın sen de! Hadi diyelim bizim bu Sertaç pezevenk. Bu karı niye tutup sana söylesin bunu? Onu da geçtim, öyle bir şey olsa, bir kimse de sağda solda anlatmaz mı, bu adam pezevenk, bu kadın da bu işi yapıyor diye. Çok içtin birader. Çok içince hep böyle atıp tutarsın sen."


"İnanmazsan inanma! Hatta git, ne bok yersen ye! Sana bir daha bir şey anlatanın ben..."