Gece üç. Televizyonun siyah ekranına yansıyan görüntüme bakıyorum. Elimde sigara ile kaybettiğim umutlarımın yüzüme yansıyor olmasına alışmış bir vaziyette dumanı üflüyorum küçük salonumun içine. Ne ara bu hale büründüğümü sorgulayan bakışlarımı siyah ekrandan hiç ayırmıyorum. Omuzlarıma binen yükler yüzünden sanki kazağım bile pes etmişçesine omuzlarımdan düşmüş. Saçlarım gerçeklikte uyumaktan karışmış olsa da bir edebi anlam yüklemek daha çok hoşuma gittiğinden olsa gerek, içimdeki öfke patlamaların andırırcasına kabarmış durumdalar. Savaştan yeni dönmüş bir asker gibi bitmiş bir enerji aurası görüyormuşum kendimde. "Ne ara bu kadar saldın kendini be kızım..." diye fısıldayan savaşçı, cesur tarafıma cevap veremediğimden olsa gerek sigaramdan bir nefes daha çekip içime gömdüğüm tüm tükenmişlik duygusunu dışarı çıkarmaya çalışıyorum kendimce. Sonra pek bir faydası olmadığını anlıyorum. Gözlerimi tekrar siyah ekrana dikiyorum ve dışardan bu şekilde görünüyor olmayı kendime yediremiyorum. Umutsuzluk ve depresyon yayılan koltuktan hemen kalkıyorum. Buna alışmak ölümle eşdeğer diyen yanıma kulak verip bilgisayarın başına geçip yazmaya başlıyorum. Bana iyi gelecek ve düştüğüm bu karanlık kuyudan çıkmama yardım edecek tüm aktiviteleri listeliyorum bir keman melodisi eşliğinde. Bilgisayarda yazdıklarıma göz atıyorum yarın başlayacağıma dair kendimle sözleşme imzalarcasına. Kendimde hoşlanmadığım ne varsa değiştirmek için sabah güneşine kadar belki de son depresyonumu yaşıyorum. Yeni günün umutlarına dayanarak gecenin güne dönüşmesini beklemeye koyuluyorum.