Sıcaktan şikayetçiyiz hep, sanki havalar çok soğusa ondan da şikayet etmeyecek gibi. Sanki şu an dışarıda yağan bu yaz yağmuru hep sürse toprak kokusunu, ağaçların nefes aldığını unutacak ve türlü küçük düşünceler çemberinde şikayet etmeyeceğiz gibi...

Sanki içime çöken bu bulutun bıraktığı şeyler, sadece yağmurmuş gibi...

Değil.

Aklın arka koridorlarından yağan yağmurla, taşan sokaklarla beraber çıkagelen eski, karmaşık, siyah beyaz ve bazen hep siyah hatıralar geceye ve şimdiki zamana garip bir tat bırakıyor. Kalbin hissiyatı bulutlu havalar gibi şu an, bulutlardan hangisinin yağmur bırakacağını bilmeden gökyüzüne kafasını kaldırıp merakla bakan şu çocuk, kaç şiir dolusu bir yüz ifadesine sahip bir bilse.

Peki ya rüzgar?

Kaldırdığı tozlar, uçurduğu şemsiyelerden neler bırakacak geriye?


Oysa ne güzel unutmuştum!

Unutmak ne güzel bir şey, bunu fark ettim. Düzenli çalışan sindirim sistemi gibi, düzenli çalışan bir hafıza eskime/yenileme sistemine sahip olmak da büyük nimet.

Terapistlerin, psikologların ilk birkaç sorusundan biri "Evet falanca hanım, bey... Neyimiz var?"

(Sorudaki çoğul ifade akıllıca, sorunu paylaşma, yalnız değilsin, senin tarafındayım, mesajı da güzel değil mi?)

"Unutamıyorum doktor bey..."

"Unutamadım doktor hanım..."

Ah bu ansızın gelen yağmurlar!

Ah habersiz mevsimsizler sizi... Güzelliğiniz güzellik ama bıraktığınız izler herkeste başka başka.

Akşamın geceye döndüğü şu saatlerde birkaç bir şey okuyup uyumaktı niyetim. Şimdi gece büyülendi artık, bütün eski defterler rüzgarla birlikte açıldı, yağmurla, selle ortalıklara saçıldı.

Uyumak artık uzak bir coğrafyada belgesel film çekimi fantezisi.


Zaman makinesinin kapısını açıp koltuğuna oturuyorum, önümdeki ekrana bakıyorum, birden beliriyor bazı tarihler, fotoğraflar. Aklımı okuyor gibi bu acayip makine.

Evet oluyor. Bahar mevsimi, büyük çayırlar, kışın sonuna denk gelen bir hafta sonu günü, güneşli bir hava, toprak hâlâ ıslak... Bir evde yer sofrasında 5 kişi, adam soba üstünde ekmek kızartıyor, kadın kızartılan ekmeklere margarin sürüp sofradaki 3 çocuğa veriyor. Masada çay bardakları, masada biraz peynir ve pekmez... Ne çok ekmek.


Ekmekleri kızartan adam arada bir kızarttığı ekmeklerden birini yemeye yelteniyor ama kadın "Önce çocuklar yesin!" diyerek kızarmış ekmekleri çocukların önüne doğru itiyor.

Kalbim paramparça bak.

Oysa birkaç sayfa kitap okuyup sonra uyuyacaktım.

Şehir, ışıklarını yağan yağmurla birlikte gözlerini kısarak yürüyenlerin üstüne bırakıyor.

Zaman akıyor aynı anda.

Tarihler ve mekanlar hızla değişiyor. Aklımı okuyan daha önce görmediğim bu tuhaf makine beni bir başka zamana savuruyor.

Şehirden uzakta bir apartman dairesi, iki kişi karanlıkta oturuyor, birinin elinde gitar, diğeri karyolada uzanmış sigara içiyor. Elinde gitarı olan kendisinden, bir türlü yolunda gitmeyen hayatından, içindeki kırılmış dökülmüş ne varsa her şeyden, biraz annesinden, biraz kardeşinden söz ediyor, karyoladaki ise sigarasının ağzında bıraktığı tat yanında duyduklarının kalbinde bıraktığı tadı algılamaya çalışıyor, iki ağır tat yorucu, diye düşünürken hıçkırıklar içinde "Peki ben neden ağlıyorum?" sesi geliyor karanlıktan.

Kalbim sarsılıyor bak.

Oysa belki birkaç e-posta okuyup sonra uyuyacaktım değil mi?


Hayatın kalpte bıraktığı izler yüzdeki çizgilerden daha mı incedir?

Bu garip makine şimdi de ilk gençlik dönemlerine mi çevirdi yönünü?

1987 kışı İstanbul.

Günlerdir yağan kar yolları, okulları kapamış, çocukların oyun ve hayal dünyalarının kapılarını ise sonuna dek açmış.

Evin penceresinden sokakta kartopu oynayan arkadaşlarını izliyor genç çocuk, biri sesleniyor eve doğru ama sesini duyuramıyor, eliyle işaret ediyor, pencereyi aç, diye. Genç çocuk annesinden gizli bir korku ile çabucak pencereyi açıyor.

"Gelsene sen de hadi!"

"... bir daha hiç bu kadar gülemeyeceğiz." diye bağırıyor sokaktakilerden biri.

Bir daha hiç o kadar mutlu olamadık.


Oysa belki birkaç TV kanalına göz atıp sonra uyuyacaktım.