1950 yılının sonlarına doğru, sonbahar mevsiminin ekim ayında, bir şehrin dar sokağı fazlasıyla sakindi. Kaldırım taşları üzerine yağan yağmurun şırıltılı sesi, camları kapatıp evinde sobayla ısınan küçük çocukların, ateş çıtırtısına rağmen kulaklarına ulaşıyordu. Kahverengi binalar yan yana dizilmiş, her birinin camları ve perdeleri kapalı, yağmur yüzünden renkleri biraz daha koyu ve tahtaları daha nemliydi. Sürgüyle açılan pencerelerin önünde her zaman varlığını sürdüren o siyah saksıların içindeki güzel menekşeler, güller ve kaktüsler artık evlerin içine alınmış, balkonlara asılan çamaşırlar çiçeklerle aynı kaderi paylaşmış, sokağın yaz mevsiminde güler yüzünü gösterdiği cıvıltısı biri tarafından parçalanmış ve yok olmaya mahkum bırakılmış gibiydi sanki.
"Sevgili Günlük," diye yazmaya başladı defterine. "Bugün Bursa'ya geri döndüm. Onun için."
Başını defterden kaldırdı ve solunda kalan yokuşa çevirdi bakışlarını.
Bu sokağa eğer yukarıdan bakarsanız aşağıya doğru uzanan yolda, şırıl şırıl akan küçük bir şelale; eğer sol tarafına bakarsanız kaldırım taşı üzerine çocuklar tarafından çizilmiş seksek çizgilerinin yıpranmışlığını ve sağa bakarsanız da patlamış bir beyaz topun, beyaz perdeyle örtülmüş pencerenin hemen altında kaldığını ve gittikçe daha da ıslandığını görebilirdiniz. Yaklaşık dört ay önce saklambaç oynayan ilkokul çocuklarının gülüşleri ve tüm güzellikleri bütün bu evlerin tahtalarının arasına sızmış, şimdi de evin içinde mayışmaktan uyuyakalmış bir kız çocuğunun zihninde canlanıyordu. Yokuş aşağı yuvarlanan topun peşinden koşarken nefesi kesilen ama yine de yakaladığında yukarıda kalan arkadaşlarına topu havaya kaldırarak gülen bir diğer çocuk ise kız çocuğunun hemen karşı binasının üçüncü katında oturan erkek çocuğuydu.
Derin bir nefes alarak dudaklarını ıslattı. "Özlemişim seni Bursa," dedi içinden, gülümserken. Gözleri tekrar günlüğüne düştü ve yazmaya devam etti. "Bazı şeyler çok değişmiş ama bu kafeye geldiğimde içimi dolduran heyecan hiç değişmemiş. Galiba bazı şeyler ne kadar zaman geçerse geçsin değişmiyor, özlemim de bunlardan biri. Onu çok özledim, umarım yıllar sonra bugün yüzünü görebilirim."
Sokağın başında kalan bir evin dördüncü katında, ki bu evler en fazla dört kattan oluşuyordu ve dördüncü katta oturan çocuklar genelde arkadaşlarını sadece seyretmek zorunda kalıyordu, bir çocuk üzerine gül desenli kahverengi ve sarı battaniyesini, altına da yeşil minderini almış önündeki cilliyle oynuyordu. Annesi mutfakta üşüyerek ve sürekli aşağıya inen tişörtünün kolunu yukarıya çekerek akşam yemeği için sarma sarıyor, babasıysa tam karşısında uyukluyordu. Ve bu çocuk o an bir cilliyle diğerlerini vuruyor, o an dışarıda bir yıldırım düşüyordu.
Şehrin en sakin zamanında düşen bu yıldırım, sokakta hiçbir değişikliğe sebep olmamıştı. Yine bir evde sarma sarılıyor, yine bir cilli vuruluyor, yine bir çocuk uyuyakalıyor ve klasik bir yaşamın temel adımları yine aynı evlerde tekrar ediyordu. Zaman, bu sokağın üzerine bir örtü gibi seriliyor, gökten düşen yağmur taneleri bu zamana tutundukça sanki hiç yıldırım düşmemiş gibi evin içindeki insanlar işlerine devam ediyordu. Sanki zaman, bu kahverengi ve köşke benzer evleri koruyordu. En azından Tanrı bu sokağın korunmasını istiyordu.
Genç kadın, eskiden o sokakta büyümüş bir çocuktu. Hayat damarlarından biri hemen sol tarafında kalan yokuştu. Bu yüzden kahverengi gözleri sürekli o tarafa kayıyor, anılarını hatırlıyordu.
Hemen şuradaki evin önüne kaçıp saklambaç oynarken saklanmış, sonra da bulunmasına rağmen koşacağım diye inat etmiş ama yine de nefesi tıkanmıştı. Sobelemesi gereken yer o kadar uzaktı ki, o an kafasını indirip ebeye bakmaması gerektiğini bilmiyordu. Daha küçüktü ve oyunu yeni yeni öğreniyordu.
O an pembe ruj sürdüğü dudakları sola doğru kıvrılarak pürüzsüz yüzünde bir tebessüm oluşturduğunda çenesine değen sıcaklığı hissetmişti. Küçücükken üşüdüğü için evinin üçüncü katına çıkmak yerine arkadaşlarıyla beraber bu kafeye sığınırdı, çalışanlar da onları kovmaz ve birer kahve içmelerine izin verirlerdi.
Öyle güzel bir sokakta büyümüştü ki, gözlerinin daldığı evin önünde seneler önce kim bilir kaç kez zıplamış, kaç kez adım atmıştı. Hatta yağmurun ardından çıkan güneşte gökkuşağını görmek için evden kaçar, buraya kadar iner ve yokuşun yukarısında kalan gökkuşağına hayran hayran bakardı. Hatırlıyordu da, ne güzeldi birikintilerde zıplamak ve kilotlu çoraplarının çamur olmasıyla beraber eve gelince sessizce anneye görünmeden odaya kaçmak. Ya da ne güzeldi anneye yakalanıp biraz azar işitmek.
Her şey fazlasıyla değişmişti.
Dirseğini masaya yaslayıp avucunu çenesine koyarak yokuşu izleyen bu kadın, kahverengi gözlerini masaya indirmiş ve duman tüten sütlü kahvesini izlemeye başlamışı bile. Hemen yanında kahve kokusuna karışan sigara kokusu vardı ki, o da kadının masasının üzerindeydi. Büyük kahve fincanın solunda kalıyordu. Neredeyse yarısı bitmişti. Beyaz ve ince dantellerle süslenmiş eldivenin ardında saklanan narin parmaklarını oynatarak yanağında ritim oluşturmuş ve bir süre sonra bundan da vazgeçerek elini çenesinden çekebilmişti. Biraz sonra tebessümü dudaklarında yavaşça solduğunda işaret parmağından destek alarak fincanı kaldırıyordu.
Tanrı, gökte asılı kalmış kara bulutlardan yağmur tanelerini yarattığı yeryüzüne bırakırken kafenin çatısına dokunan damlalar sanki tahtayı yararak kadının üzerine düşecek gibi hızlıydı. Genç kadının zarif, ince ve uzun parmakları fincanın kulpuna tutunmuş ve fincanı dudaklarına doğru yaklaştırmıştı. Buhar, pürüzsüz bir tenin üzerinde dans ediyor; sıcak kahve, kadının pembeleşmiş dudaklarının üzerine dokunuyor, dili yanarken bile bu hissi gülümseyerek karşılayıp hızla fincanı yerine bırakıyordu. Hafifçe dudaklarını aralayıp elini yelpaze yapıyor, ağzının içini serinletiyordu. Yine de gülümsemeyi bırakmıyor, gözlerinin etrafı kırışırken geçmişte yaşadığı anı onu daha fazla gülümsetebilmek için sanki zorluyordu.
Arkadaşlarıyla bu kafeye geldiği ilk gün ilk kahvesini içeceklerdi. Normal olarak hiçbiri hiçbir şeyin farkında değil, yuvarlak masanın etrafında daire oluşturmuş otururlarken kıkırdıyorlardı. Erkekler elindeki cillilerin sesini ortamdaki sessizlikle yarıştırıyorken kızlardan her biri sağ veya sol ellerinin parmaklarını sıkıca birleştirip dudaklarının üzerine kondurmuş, sessizce gülüyorlardı. Heyecan, bir çocuğun gözlerinden okunuyordu ve o an okumayı bilmeyen bir çocuğun karşısına bu kelimeyi yazsalar iliklerine kadar hissedebilirdi. O an, çocukların canlarının içinde bir zelzele yaşanıyordu ama bu zelzelede bile bir kalbin damarlarında çiçek açıyordu. Öyle güzel, öyle saf bir histi ki, sizin kalbinizi durdurabilir ve siz daha fazlasını yaşayabilmek için kalbinizi kendiniz iyileştirmek zorunda kalabilirdiniz. İşte içlerinden biri, sanki o an o masanın etrafında arkadaşları arasında kahvesini beklerken kalbini iyileştirmeye çalışıyor, içinde yaşadığı zelzelede yeşeren çiçekleri büyüsün diye suluyordu.
Evet, bu kız çocuğunun çiçekleri hiç solmuyordu. Beş dakika içinde ses çıkarmamak için kılıktan kılığa giren bu çocuklar, kahveleri geldiğinde bir anda gülmeye ve sevincinden ellerini birbirlerine çarpmaya, sırıtarak istekli gözlerle kahve fincanlarına bakıyorlardı. Önlerine kahvelerini getiren kadının dizlerinin altında biten dar, krem rengi elbisesi onu yürümeye zorlasa da getirebildiğinde çocuklarda oluşturduğu heyecan onu da sevindirmişti. Sakin ve sessiz bir kadındı. Her ne kadar içinde mutlu ettiği için mutluluktan zıplayan bir çocuk olsa da sadece gülümseyerek bütün çocuklara sırayla kahvelerini dağıtmıştı.
Yaklaşık on kişilik bu kızlı erkekli grupta kahve fincanlarının üzerindeki motiflerin güzelliğini izleyen bir başka grup, direkt fincanı elleyip parmaklarını yakan bir diğer başka grup ve beklemeden hemen içerek dillerini yakan sonuncu bir gruptan oluşuyordu. İki çocuk motifleri aslında evde olanlarla aynı olduğunu bilmelerine rağmen dikkatini çekmesine karşı koymayıp uzun süre incelemiş, soğumaya başlayınca da hızlıca birkaç yudumda bitirivermişti. Parmaklarını yakan diğer çocukları ise kahveleri getiren kadın uyarmış, biraz soğuduktan sonra içebileceklerini söyleyerek yüzlerine gülümsemişti. Ve son olarak dillerini yakanlar için de kadın bizzat birkaç bardak su getirmiş ve önlerine bırakmıştı. Kana kana sularını içen çocuklar dillerini dışarı çıkarıp ellerini yelpaze yapmış, serinletiyorlardı.
Ellerindeki cillileri yanlışlıkla yere düşüren erkek çocuklardan biri, kahvesine öyle odaklanarak içmişti ki cillileri umrunda dahi olmamıştı. Hatta ufak bir göz ucuyla bakıp endişelenmesine rağmen bu mutluluğu bırakmak istememişti. Çünkü bu anı bir daha yaşayamayacağını biliyordu. Anneleri bile burada olduklarını bilmiyordu. Kafenin sahibi kadından zar zor izin koparmışlar, birkaç pembe yalanla izin alabilmişlerdi. Bir görse aileleri burada olduklarını, kızacaklarını biliyorlardı ama öyle bir sevmişlerdi ki kahveyi, bir daha isteyeceklerinden bu çember grubun her çocuğu emindi. Hatta ileriki dakikalarda kadına teşekkür etmişler, tek tek hepsi ellerini öpüp tekrar tekrar teşekkür ederek dışarıya çıkmışlardı. Cillilerini düşüren erkek çocuğu sona kalmıştı çünkü sandalye ve masaların altından tek tek hepsini toplayana kadar arkadaşları kadının elini öpmüşlerdi. Fakat yine de bu çocuk son cillisini de alıp cebine doldurmuş, kadının elini seve seve öperek teşekkür etmişti.
Her çocuk kafenin tek kapısından teker teker çıkmış, kapı yavaşça kapanmış ve hepsi koşa koşa yokuşa doğru yol almıştı. Kafenin duvarını geçtikleri an, kadının kendilerini görmeyeceğini anladıkları an hepsi bir anda kısık seslerle çığlık atıp gülmeye ve mutluluktan yerinde zıplamaya başlamıştı. Ayakların zemine temas ettiği an, zamanda çalınan çalgılarda bir mutluluk marşıydı. Bir grup çocuk, bu sokağın en aşağısında marşı bağıra bağıra söylüyor ve saf bir sevinçle gülüyorlardı. Hava soğuktu ama on çocuğun kalbi, dünyada ısınamayıp cennette Tanrı tarafından yakılan bir ateşle ısınan bir çocuğun ruhu kadar sıcaktı. Yağmur çiseliyordu ama on çocuğun çiçekleri bu yağmurun damlalarıyla gövdelerini bükmüyor, büyüyorlardı.
Saat 11.24. Güneşin tepede olması gerekiyor ama yine bir kış ayı. Yine bir soğuk ve içlerinden bir kız çocuğu çok fazla üşüyor. Ve güneşi istemiyor. Ellerini açıp Tanrı'dan, cennetin bahçelerinden birisinde ısınmak istediğini fısıldıyor.
İşte böyleydi. Yıllar sonra, yıllar öncesinde de dili yanan bir kız çocuğu, yine dilini yakıyor ve yine aynı heyecanla gülüyordu. Bu sefer dilini soğutmak için su içmek istemiyordu. Sadece sigarasını içmek istiyordu. Çocukluk anılarını, o gün bu kafeden çıkmadan hemen önce toplu bir fotoğraf çektiklerini ama bu fotoğrafın kaybolduğunu hatırlaya hatırlaya sigarasını parmaklarının arasına aldı ve dudaklarına götürdü. İçine çektiği anda dışarıda bir yıldırım daha düşmüş ve yağmur aynı hızıyla düşmeye devam etmişti. Dumanı dışarıya doğru üfledi ve sona kalan izmariti de tablaya bastırdı. Uzun bir süre tablada ezilmiş izmarite baktıktan sonra gülümsemesini dudaklarından silerek yerinden kalktı.
Paltosunu sandalyede astığı yerden almıştı. Giydiği paçası hafif bol, siyah ve kumaş pantolonunun açıkta bıraktığı bileklerine vuran soğuk, damarlarında akan kana bile dokunurken o hiçbir şey olmamış gibi beyaz boğazlı dar kazağının üzerine siyah kabanını geçirmişti. Şapkasını başından çıkarmadan parmaklarını saran dantelli eldivenleriyle kahverengi sandalyenin kenarına astığı beyaz çantasını almış ve omzuna asmıştı. Birkaç dakika içerisinde çantasından cüzdanını çıkarmış, parayı genç kız kasiyere uzatıp kapıya yönelmişti. Arkasından her ne kadar şemsiye verilmesi konusunda ısrar edilse de genç kadın kafasını ısrarla iki yana sallayıp reddetmişti. Islanmak istiyordu.
Kısa, omuzlarına gelen kahverengi ve dalgalı saçlarını sola atmıştı. Her ne kadar kombinine uymadığını bilse de elinden çıkarmadığı eldivenleriyle saçının sağ kısmını kulağının arkasına sıkıştırdı. Sakin adımlarla kafenin kapısına geldiğinde sanki zaman aynı anda iki yerdeydi. Bir kız çocuğu en önde çıkıyor, bir kadın kolları iki yana asılmış, kapının ardındaki yağmur damlalarını izliyordu. Bir çocuk gülümsüyor, bir kadının gülümsemesi dudaklarında soluyordu.
Derin bir nefesi ciğerlerine doldurarak kafenin kapısını açarken dışarının soğuğu, avını bekleyen bir avcının tüfeğinden çıkan kurşun gibi tenine yağdı. Pantolonun açıkta bıraktığı ayak bileklerinin üşüdüğünü biliyordu. Yine de bunu umursamayarak kapıyı tamamen açıyor ve dışarıya çıkıyor, yavaşça kapıyı serbest bırakıyordu. Şimşek çakıyordu, kapı kapanıyordu, tepesinde duran tahtanın üzerine damlalar çarpıyor, betonun üzerine çarpan yağmur damlaları sis yığını oluşturuyor ve çökmüş bazı yerlerde gölet oluşuyordu. Kenarlarda bir yerlerde bir arabanın fren sesi duyuluyordu ve bunu takmayarak adım atıyordu. Artık yağmurun altındaydı.
"Kesin hasta olacağım," dedi içinden, derin bir nefes aldı. "Kesin."
Kıyafetlerinin üzerine düşen yağmur damlalarını hissetti. Saçlarına çarptıklarını, her bir zerresine dokunarak yok olduklarını ve bu yağmurun altında üşümediğini hissetti. Çenesini kaldırdığında yavaşça alnına, göz kapaklarına ve burnuna vuran bu taneler onun teninde bir iz, göz çukurlarında ise sakladığı gözyaşlarını bıraktı. Dudakları sola doğru kıvrılırken gözlerini kapattı. Yağmuru sevmezdi, hiç sevmezdi. Ondan nefret eder, dokunduğu anda saklanıp onu durdurması için Tanrı'ya dua ederdi. Fakat o zaman on üç yaşındaydı. Yirmi dört yıllık yaşamının, on bir yıl öncesinde bir gece için kendisini harcayamayacağını biliyordu. Bu yüzden gülümsüyordu.
İnsanoğlu acının üzerini kapatmak için gülümsemeyi tercih etmişti.
Genç kadın ise rol yapmıyordu, maske takmıyordu, mutlu gibi görünmek için gülümsemiyordu. Gerçekten mutluydu. Hayatı seviyordu. Her zerresine kadar yeryüzünün taşını, toprağını, çiçeğini, yağmurunu, karını ve insanını sevecekti. Çünkü bir gecenin ahı, her yaşının kâbusu olamazdı. Çünkü bir gecede dudaklarından dökülen ah, onu asla yıldıramazdı. Asla yıkılmazdı.
Ciğerlerine dökülen nefes, göğüs kafesini titretirken boğazına oturmuş ukde, sanki etine yapışmıştı. İçeride bir canavar etini yırtıyor, kemiklerini kırıyor, kalbini sıkıyordu. Sanki canının damarları gerile gerile, daha on üç yaşındayken deştikleri göğüs kafesinden çıkartılmaya çalışılıyor da içi yine kabullenemiyor, yüreğinin içinden koparılmaması için zelzele yaratıyordu. Bu, genç kadını intihar ettirebilecek kadar güçlü bir acı; yeniden yeşertecek kadar sağlam bir temelin bağrışlarıydı.
Yine de tebessüm etti. Pes etmedi.
Başı dik, gözlerini açtı ve yavaşça son derin nefesini ciğerlerine gönderip çenesini indirdi. Ne kadar süredir oradaydı bilmiyordu fakat saçları ıpıslaktı. Kısa saçlarından düşen damlalar direk kabanının omzuna düşüyordu. Alnından kaşlarına doğru ilerleyenler ise öyle de yavaştı. Kirpiklerine kadar ıslanmış bu genç kadın, sonunda adım atmayı başardı ve kafenin soluna doğru dönerek yavaşça ilerlemeye başladı. Her zerresi ıslanacaktı ama umurunda bile olmayacaktı.