İçinden, kendisiyle konuşmaya başladı. "Susturulduğun her an için," diyerek sert bir adım attı. "Ağlamak isterken gözyaşlarımı sildikleri için," Tekrar sert bir adım attı. Bu adım bir öncekinden daha sertti. "O gece için." diye hiddetle söylediğinde içinden, attığı adımın yanına diğer adımını koydu ve kafenin sonuna geldiğinin farkına vardı. Hemen solunda o yokuş vardı. Koskoca bir yokuş. Yürüse nefesi tıkanır, yürümese içinde kalırdı.


Yokuşu tırmanmaya başladı.


Yağmur tüm hızıyla başından aşağı dökülüyordu. Pantolonun açıkta bıraktığı bilekleri donuyor, teni her saniye daha da üşüyordu. Başını öne eğmiş ilerlerken bile ensesine dökülen damlalar umrunda değildi. Adımlarını sayıyordu. İşte, beşinci adımını şimdi atmıştı. Hemen solundan geçen küçük bir şelalenin sesi kulaklarını dolduruyordu. Kaldırım taşlarında açan yeşilliklerin sırtı bu şelalenin altında bükülüyor ve kıvrılıyordu.


Tanrı, genç kadının zihninde bir kaset oynattı. Ve on beş yıl önce zamanın çektiği bir filmin düğmesine on beş yıl sonra basıldı ve kaset oynamaya başladı.


Dokuz yaşındaydı. Mehmet adında bir arkadaşıyla, diğer evlerden farklı sayılacak biçimde açık krem rengine boyanan tahtadan yapılmış bir evin önündeki kaldırıma oturmuşlardı. Genç kadının çocukluğu o kadar çekingen ve utangaçtı ki, bacaklarını kendisine doğru çekmiş oturuyordu. Hafifçe gülümsüyor, başını omzuna yatırmış arkadaşını izliyordu. Mehmet isimli çocuk ise taşla yere bir şey çiziyordu.


Genç kadın bir an duraksadı ve sarsılmış vaziyette orada öylece durmaya başladı. Kaset tekrar oynatıldı.


"Ne çiziyorsun öyle?" diye soruyordu küçük kız çocuğu. O ara çekingenliğinden gözleri pembe kilotlu çorabına kayıyor, çenesini nefes boşluğuna değdiriyordu.


Biraz kırgın bakışları vardı o gün, çok iyi hatırlıyordu genç kadın. Çünkü sırf arkadaşı kendisini beğensin diye güzelce giyinmiş ama fark edilmemişti. Güzelce giydiği kırmızımsı, eteği kabarık ve üstü ince askıyla asılmış, göğsünü oval biçimde kapatan güzel elbisesini beğenir sanmıştı. O gün kırmızı, cırt cırtlı ayakkabılarını da giymişti halbuki. Siyah tacını da ufak tefek saçı yüzüne değecek şekilde saçlarının arasına takmıştı. O kadar güzel gözüküyordu ki. Tombul yanakları, küçük dudağı ve küçük burnu, çekil gözleri, incecik kaşları... İleride güzel bir kadın olacağı her halinden belliydi.


"Soru sordum ama ben," diye mırıldandı. Dudağını büktü. "Niye cevap vermiyorsun?" Başını iyice eğip gözlerini kaldırdı. Yüzünü seyretmeye başladı.


Genç kadının adımları sakince o kaldırıma doğru yol aldı. Gelecek, geçmişin üzerine kapandı ve genç kadın o an hiçbir acelesi yokmuş gibi o kaldırımın hemen yanına çöktü. Oturmadı, yavaşça dizlerini kırdı ve kabanının uçları küçük şelalelerden birinde ıslanırken ellerini dizlerine koyup kaldırımı seyretti. Sonra Mehmet'in sesi, gökte çakan bir şimşekle çakıştı.


"İsimlerimizi yazıyorum." demişti. Çekik ama büyük gözleri dikkatle asfalta bakıyordu. Büyük bir burnu vardı, kız çocuğunun burnunun kıvrımının aksine onunki dümdüzdü. Dolgun dudakları vardı ve kare yüz hatları ona gerçekten bir güç katıyordu. Hafif kıvırcık saçları siyah rengindeydi. Sokağın abisi olarak görülüyordu çünkü yaşıtlarının aksine oldukça yapılıydı. Ciddi görünüşü de çocuklar arasında güven sağlıyordu. Kız çocuğu ise Mehmet'e hayran dolu gözlerle bakıyordu.


"Ben de bakabilir miyim?" diye sordu yine çekingen hareketleriyle. Ellerini kucağına koyup parmaklarını sıkıyordu. Bu hareketleri onu olduğundan daha tatlı gösteriyordu.


"Tabii ki." diyerek bacaklarını geriye çeken Mehmet, kız çocuğuna kafasını çevirdi ve yazıyı okumasını izledi.


Mehmet kendi ismini ve hemen yanına da kızın ismini yazmıştı. Aralarına giren 've' kelimesi, kendi isimlerinin büyük harflerle yazılmasının aksine küçüktü. Ve hemen altına da el ele tutuşan biri büyük, biri küçük erkek ve kız çizmişti. Erkek olan kendisi, kız olansa hemen yanında oturan bu kız çocuğuydu. İsimlerinin üstündeyse birkaç sayı yazıyordu. 050735. O günün tarihini yazmıştı. Temmuz ayının beşi, yıllardan 1935. Yaş 9.


"Ama bu çok güzel!" dedi kız çocuğu bir anda, istemeden sesi yüksek çıkmıştı ve hemen karşıda oturan ninelerden birkaçı kendilerine bakmışlardı. "Yazın çok güzel Mehmet abi."


"Teşekkür ederim, çocuk." Gülümsedi ve işaret parmağıyla tarihi gösterdi. "Hadi söz verelim. Bu tarihi hiç unutmayacağız. Bir gün buraya geldiğimizde bu anı hatırlayacağız hep."


"Söz!" diye sevinçle sırıttı kız çocuğu. "Hiç unutmayalım. Hatta diğerlerine de söyleyelim mi? Gelsinler isimlerini yazsınlar ağabey. Kimse bugünü unutmasın!"


"Gelmesinler." dedi bir anda ciddileşerek. "Yazmasınlar isimlerini. Bu bizim aramızda bir sır. Tutabilecek misin?" Mehmet o an elini yumruk yapıp serçe parmağını kaldırmış, kıza doğru uzatmıştı.


"Tutarım." dedi küçük kız, ı harfini uzatarak. Gülümsedi ve o da aynı şekilde parmağını uzatıp abisinin parmağına bağladı.


Yedinci ayın beşinde, daha dokuz yaşında bir kız çocuğu ve on bir yaşında bir erkek çocuğu birbirine söz verdi. Bir çocuk sevindi, diğeri de o sevindi diye sevindi. Gülümsedi, o gülümsedi diye gülümsedi. Ve bir erkek çocuğu, küçük bir kız çocuğunu kolları arasına çekip sıkıca sarıldı. Çenesini kafasının üstüne koyduğunda tacı hiç rahatsız etmedi ve şunları fısıldadı yavaşça: "Seni her zaman koruyacağım abicim, her zaman. Bu da sadece benim sözüm olsun. Her zaman."


Genç kadın öyle bir derin nefes aldı ki, ciğerlerinin bile bu nefesi kabul etmeyip içinde taşıdığı kalbi durduracağını düşündü. Elleri dizlerini saran kumaşın üzerine baskı uyguladı, gözyaşları gözlerinin içinde parıl parıl parlamaya başladı.


Dudakları titremeye, kumaşı sıkıca tutmaya, gözleri iyice dolmaya başladığı an anladı ki zaman ilaç falan değildi. Zaman zehirdi, zaman mezardı, zaman ölümdü ama asla ilaç değildi. Sizin üzerinize kapanıyormuş, sizi koruyormuş numarası yapardı. Avuçlarınıza bir avuç umut doldurur, yetinin diye fısıldardı.


Ama asla iyileştirmezdi.


Biraz daha bekle derdi, biraz daha bekle ben sana en iyisini getireceğim derdi. Fakat getirmezdi. İşte o an elinizdeki umutları bile duvara fırlatır, yıllarınıza acır, belki çocukluğunuza belki de anınıza ağlardınız. Ama asla gülümseyemezdiniz.


Bu yüzdendi genç kadının Tanrı'nın tarafında olması. Zamanın akıp gideceğini, bir gün ölümün geleceğini, toprak olup göç edeceğini bilirdi. Size türlü türlü güzellikler sunar, sizi kandırırdı. Güzel eşyalar, güzel kıyafetler, güzel arkadaşlar ve güzel birçok şey verirdi. Yine yetin, yine iyisini vereceğim derdi ama vermezdi. Çünkü öldüğünde seni terk ederdi. Elini çeker, seni istemezdi. O dünyanın kandırılmışlarının tarafındaydı. Kendisini gerçekten ilaç gibi görecek birilerini arar, kandırır ve oyuncak gibi oynardı. Sonra seni kapı dışarı eder, ya cennetin bahçelerinde güzelce eğlenirdin, ya da zamanın seni aldattığı her an işlediğin günahların azabını cehennemde çekerdin.


Sahi, zaman gerçekten bir aldatmaca mıydı?


Çünkü kadın zamanın değil, sabrın ilaç olduğunun farkındaydı. Eğer zaman ilaç olsaydı şu an, ne bu anının kendisini üzeceğini, ne de küçücükken bir gecede haykırdığı ahın şu an dudaklarını sızlattığını hissedebilirdi. Hayır, asıl ilaç sabırdı. O sizi bekletir, bekletir, bekletirdi. Sanki bir yola çıkarsınız, sanki bir tohum eker ya da bir romanın ilk cümlelerinde gözlerinizi oynatmaya başlardınız. Yolun sonu cennet, tohumun sonu bir ağaç ve gölgesi, kitabın sonu ise binbir türlü güzellikle biterdi. Ama biterdi. Bir şekilde sona gelirdiniz. Bazen canınızı diri diri yakacak kadar acı olur, bazense yaktığı yerden yeşertecek kadar umutsuzluklarınızı gömdüğünüz toprakta çiçek açtırırdı.


"Sabrettim ağabey," diye mırıldandı kendi içinden genç kadın. Saçlarına dökülen yağmur damlalarının haddi hesabı yoktu. Her yeri ıslanmıştı. Üşüyordu ama farkında bile değildi. "O kadar sabrettim ki, sabrım içimde bir canavara dönüştü sanırım. İçimi kemiriyor. Paramparça ediyor. Susturmaya çalıştıkça daha fazla çığlık atıyor. İnan artık ne yapacağımı bilmiyorum. Elim kolum bağlı. Eve gitsem yabancı, gezsem yabancı, uyusam karanlığa yabancı gibiyim. Bir tek buraya geldiğimde yabancı değilim ama burası da o kadar ben ki, hangisi ben çok şaşırıyorum."


Sol elini dizinden geri çektiğinde tenine değen ıslaklık onu etkilemedi. Korka korka, sanki o kız çocuğuymuş gibi çekine çekine elini asfalta değdirdi.


Yazı çok hafif belli oluyordu. Üzerinden onlarca yıl geçmiş, onlarca adım atılmış ve onlarca kar veya yağmur geçmişti. Şimdi parmakları yavaşça beş rakamına dokunduğunda bir kız çocuğu kırgın bakıyor, bir erkek çocuğu elindeki taşla asfalta isimlerini yazıyor ve iki çocuk on beş yıl önce değil, on beş yıl sonra tekrar sarılıyordu. Sanki arka fonda çalan sakin ama acıklı, hüzünlü bir hikayesi olan müzik çalıyordu.


"İnsanoğlu ne garip. Ait olduğu yere yabancılaşabiliyor, sarılmak istediği insan yanında yokken onu hissedebiliyor, özleminden yüreği ağrıyabiliyor. Ama en önemlisi de," diyerek gözlerini kapattı. O an avucunu tamamen yazılara bastırdı ve sanki çok uzaklarda, abisi bir yerlerde kızıyla oyun oynarken genç kadının tepesinde şimşekler çaktı. "Ne gariptir ki, her şeye yol bulan insanoğlu bir bu özleme, bir de bu yüreğe çare bulamıyor."


Avucunun altında atan bir kalp var. Avucunun altında ağlayan bir kız çocuğu var. Orada kız çocuğunun gözyaşlarını silen bir abi, bir merhamet var. Yılların ardında kalan bir anıda, sarılıp tek beden olan iki çocuğun canı var. Bu canları asfaltı ikiye yarıp içine bırakmışlar da tekrar üzerine kapatıp oradan kaçmışlardı sanki.


Şimdi genç kadın atan o kalbi hissedebiliyor. Dokunduğu yerin altında bir zelzele olsa da ona hayran hayran bakıyor. Çünkü kız çocuğunun kalbinde türlü türlü güller açıyor.


"Söz verdiğim gibi unutmadım ağabey. Yine buradayım. Özlemimden ayaklarım yine beni buraya getirdi. Bu sokağa. Bu kaldırıma." diye fısıldarken yine bir yıldırım düşmüş, genç kadın bu yıldırıma ürkerek sarsıldığında gözleri bir anda açılıvermişti. Gözlerinden dökülen yaşlara engel olamadığı anda daha fazla dayanamayacağını, biraz daha kalırsa hasta olacağını biliyordu. Bu yüzden kafasını hızlıca iki yana salladı ama bu bile zamanın etkisi altındaydı. Bir film sahnesindeymiş gibi saçları yavaşça yanaklarına çarpmış, ağır çekimle geriye dönmüştü.


Titreyen dudaklarına engel olamadan sessiz bir hıçkırık bırakıverdi yağmura. Başını eğip yine o gün ki gibi çenesini nefes boşluğuna yasladığında kaşlarını çatmış, dudaklarını büzmüş, özleminden yüreği ağrımıştı. Adımları yavaşça yine yokuş yukarı tırmanmaya başladı.


"Özür dilerim." diye mırıldandı içinden. "Çok özür dilerim." Kaburga kemikleri içine çektiği nefesin yeliyle sarsılıyor, yağmur taneleri artık daha az düşüyor ve şimşekler gökyüzünü aydınlatmıyordu.Dudakları ıslak, kirpikleri birbirine yapışmış, elleri dışarıda kalmaktan kıpkırmızı olmuştu. Parmak uçlarını oynatamıyordu. Kabanı her adımında rüzgarla beraber göğsüne vuruyor, boğazlı kazak giymesine rağmen nefes boşluğu üşüyordu. Burnunun ucu da aynı şekilde kıpkırmızı olmuştu.


"Böyle olsun istememiştim." Bir adım daha attı. "Yemin ederim böyle olsun istemedim." Tek adım daha attığında yokuşun yukarısına çıkmaya az kalmıştı. "Ben istemedim!"


İçindeki bağırışları duysalar ona yardım ederlerdi ama hiçbir insan ses çıkarmayan birisini hissedemezdi. Onlara göre ses çıkarmalı, ağlamalı, bağırmalı ve çağırmalıydık. Gelin demeliydik. Gel ve bana yardım et diye dilenmeliydik. Peki ama neden kimse karşısındakinin sessizliğini, sesinin susturulmasına vermiyordu? Neden kimse insanoğlunun dertlerini dinlemeden etmeden yardım etmiyordu? "Canını çok acıttılar küçüğüm ama yemin ederim ben istemedim."


Yirmi dördüncü adımını attı.


Dizlerinin bağları çözülmüştü. Artık ayakta duramayacağını biliyordu. Dizlerinin kanamasını umursamadan hızla kendisini yere atarken çantası düşmüş, umurunda olmamıştı.


İçinde bir yerlerde kemikleri kırılmış sanki, duyamamıştı. Sessiz sesiyle öyle bir haykırmış, dudaklarını sonuna kadar açıp öyle bir ses çıkarmıştı ki, sessizliğinde bile bir çağırış vardı. Yumruk yaptığı küçük elleri, kırmızı parmaklarını asfalta vurmaya başlamış, sırtı gittikçe bükülürken gözyaşları artık kendiliğinden dökülmeye başlamıştı. İçinde bir annenin acısı, içinde on üç yaşındaki kız çocuğunun ağrısı ve yirmi dört yaşındaki bir kadının pişmanlığı vardı. İçinde acı, içinde ağrı, içinde canını içinden koparacak çaresiz bir canavar vardı. Bıraksalar göğüs kafesini bir kağıt gibi yırtıp onu orada öldürebilir, lanetini kendisini bu hale getiren her insanın üzerine salabilirdi.


"Yapmayabilirdin." Tekrar ellerini asfalta vurdu ve çenesini dizlerine doğru eğe eğe haykırmaya başladı. Belki kimse duymadı ama genç kadının ahı, yavaşça göğe yükselip Tanrı'nın katına ulaştı. "Yapmak zorunda değildin!"


Biraz daha eğildiğinde artık göğüsleri bacaklarına değiyordu. Dudakları hafif aralıklı, gözyaşları ıslak tenine dökülürken parmaklarını açmış, avuçlarını asfalta bastırmıştı. "Daha çocuktum be," İçi parçalanmaya başladı. "Ufacık bir çocuktum. Ufacıktım." Titreye titreye ellerini saçlarına çıkardı, kısacık saçlarının köklerini tutup çekerken bile derisi, canı kadar acımadı. "Neden yaptın ya bunu?" Tekrar sessiz bir hıçkırık döküldü dudaklarından. "On üç yaşındaki bir çocuğa yaptıklarına değdi mi?" diye avazı çıktığı kadar bağırdığında o sokakta sadece genç kadın bulunmuyordu.


Yokuşun en tepesinde bir gölge belirmişti.


Yokuşun yarısındaki kadının ufacık kalmış bedeninde gezinen gözler, sol omzuna doğru eğilen bir baş ve her zamankinden daha fazla yapılı duran bir vücut.


"Özür dilerim," diye son kez mırıldanmaya başladı. O ara ellerini saçlarından yavaşça çekmiş, derisini soymak istercesine yanaklarına batıra batıra aşağıya doğru indirmiş ve sonunda asfalta düşürmüştü. Ellerinin üstü asfalta değerken avuçlarını açmıştı ve artık boğazının ağrıdığına yemin edebilirdi. Bir bağırsa. Ah bir bağırsa, ne yangınlar başlayacak ne fırtınalar kopacaktı. Ama onu bile almışlardı.


"Çok özür dilerim küçüğüm, ben," Hıçkırdı. "Ben böyle olsun istememiştim. Sadece pamuk şeker alacaktım. Senin ahını değil."


Ve bir şiir okunuyordu.


Deştikleri yüreğimde açılan bir yara,

Dudaklarıma yapıştırdıkları bandın rengi kara,

Sus diyorlar anneciğim, sus,

Çırpınıyorum ama duymuyorlar, artık bu ağrı canıma çok fazla.