Ufacık, küçücük bir çocuktum ben güneşi kendime dost edindiğimde. 

Ne zaman hava soğusa veya yağmur yağsa, dışarı çıkmama karşı çıkardı annem. Tabii o zamanlar küçük bir çocuğum, iyiliğimi düşünüyordu besbelli...

Daha sonra, güneş bulutların arkasına saklandıkça, benim için de bir yok oluş başlardı cam kenarlarında...

Halbuki sanki o zamandan hissetmişim benliğimin, çocukluğumun metal bir parça ile silahla benden alınacağını...

Biliyor musunuz? 

Her anımı dolu dolu yaşamak isterdim... Hissederek...

Ama içimde sanki bir panayır yeri kurulmuş gibi, her yanım yüksek ve kulağa hoş gelen çocuk sesleriyle dolu... 

Bir tek güneş olmadığı zaman fısıldamak zorunda kalırlardı, o panayır çocukları. 

Bütün o oyun makinaları dururdu, elektrikle değil de güneş enerjisiyle çalışıyorlarmış gibi...

Sonra güneş tüm güzelliğiyle kendisini gösterirdi, ben de izin almaya giderken annemden “güneşi taklit eder, benimserdim tüm sevecenliğiyle” ve annem akşam ezanına kadar bana müsaade ederdi, büyükleri namaz kılmaya çağıran hoca ezanı okumaya başladığında, beni de eve çağırdığından habersizdi aslında. 

Bazen kırık kiremit parçalarını dizerdik üst üste ve top yuvarlar, onları devirmeye çalışırdık. Bazen saklambaç bazen yakan top oynardık. 

Oynardık oynamasına ama, o top bizi hiç yakmazdı. 

Sokak aralarını futbol sahasına çevirir, taşlardan hayali direkler yapar ve kıyasıya maçlar yapardık. Gelip geçen arabaların müsaade ettiği kadar...

Eğlenirdim, mutluydum o zamanlar, çocuktum. 

Tüm dünya gerçek, insanlık gerçek geliyordu bana...

Çocuktum işte; umutları olan, toz pembe düşler kuran...

Önce silah zoruyla ayırdılar benliğimden. Beni düşlerimden...

Sonra umutlarımı acımadan, göz kırpmadan kurşuna dizdiler. 

Yerlerine sahte umutlar koymayı da ihmal etmediler tabii...

Şimdi halime bakıyorum ve şu cümleleri söylemek zorunda kalıyorum: alışamadım hiçbir zaman bu sahte dünyaya. Niçin böyle olmak zorundaydı ki?

Evet, şimdi aklıma gelense sık sık. Hayata, ayakkabıların bağcıklarından asılan boyacı çocuklar oluyor. Hem de çok sık geliyor aklıma şu ara, çünkü onlar ayakkabı bağcıklarından asılırlar dünyaya ve ne zaman gözlerindeki ışıltının hâlâ yerinde olup olmadığından şüphe etseler, ayakkabıları daha bir parlatırlar, sanki bir ayna misali. 

Bense namluların ucundan tutundum hayata. En iyi arkadaşımın silah olacağı öğretildi bana...

Yeri gelecek, yanıma alıp yatacaktım o buz gibi olan metali...

Ve ne kadar ısıtmaya çalışsam da, ısınmazdı asla. 

O sadece içindekileri kusmaya, ölüm saçmaya başladığı zaman ısınırdı. 

Artık büyüyordum ve sanki o akşam ezanlarının biraz daha geç okunduğunu, güneşin fazla mesai yaptığı, o yaz günlerinin hasretini çeken çocuk ben değilmişim gibi, düşman oldum güneşe hiç sebep olmaksızın. 

İstemiyordun doğuşunu, istemiyordum onu görmeyi. 

Tüm suçu ona yüklüyordum. 

Kandırmıştı beni!

Aldatmıştı o sevecen yüzüyle!

Çocukluğumu, tüm benliğimi ellerimle teslim ettiğimde, yine aynı sevecenlikle bana baktığından beri sevmiyordum. 

Kaderim namlunun ucunda gözyaşları dökerken, gözyaşlarım saklansınlar yağmurun yanına diye, yağmur yağsın istedikçe, inadına yaktı kavurdu sırtımdaki onca yüke rağmen, bedenimi vicdan yoksunu güneş...

Her yeni doğan güneşe düşman olmuştum artık, bakamıyordum ona, sevemiyor ve dost edinemiyordum artık...

Ben böyle büyüdüm, ben böyle yetiştim. Alışmıştım, alışmayı öğrenmiştim. Tıpkı, silahların soğuk seslerine alıştığım gibi...

Silahtan başka içinden ateş çıkan ve ona rağmen sesi buz gibi olan bir şey icat edemedi insanoğlu. 

O kadar yaşadıktan sonra, ben değiştim. Değişmemem gerektiğinin bilincindeyken, değiştim. O ince ruhum değişimi kabullenmek zorunda kaldı, hiç istemeksizin...

Ben, sanki sevdiklerine kavuşmak için, tren kuyruklarında sıranın kendisine gelmesini umutla bekleyen, bedeni orada ama ruhu çoktan yola çıkmış, adam gibi çocuk olamamış ama koca bir adam olmuştum çocuk gibi...

Artık ister istemez hatıralar canlanıyor gözlerimde, içinde güneş olan her şey bana çocukluğumu anlatıyor çünkü...

Fakat yaşadığım bunca şey bana çok büyük kazanımlar öğretti, bildiğim bir şey var, evet var: sanılanların aksine gerçeklerin içinde gerçeklerle yaşıyoruz ve bunları göremeyecek kadar körleşmişiz. 

Hem de kendi ellerimizle seçtiğimiz bir körleşme. Yanılgıların, en yanılgısı ve alegorik olarak yaşanılan birçok kayıp...

Ama sanmasınlar ki aşıkların, hasretlerin zanlıları yollardır, dağlardır. Sanmasınlar ki vuslat dedikleri seven iki bedenin kavuşmasıdır. Suçlamayın kaderi, yazgıyı... 

Yaşadığımız bu dünya sahteliklerle dolu ve biz gerçekleri bile tanımlayamıyoruz. 

Bu kadar basitleştik mi?

Size soruyorum, gerçekten bu kadar basitleştik mi?