Akın bir haftalık iş seyahatinden bugün dönüyordu nihayet. Evde bir bayram havası esiyordu sabahtan beri. Ayla, sabah erkenden kalkıp alışveriş için markete gitmişti. Keyfi yerinde olduğu günlerde alışverişini kendisi yapar, her şeyi eliyle seçerdi. Bugün de eşi döneceği için çok mutluydu. Arda’nın öğlene kadar uyumasına hiç sesini çıkarmamıştı. Odasının dağınık olmasını bile görmezden geliyordu. Bugüne özel olarak hiçbir şeye kızmak, sinirlenmek hatta karışmak dahi istemiyordu. Çünkü eşim gelecek, diyordu. Vakit öğleyi geçince Arda kasılarak kollarını, ayağını, vücudunu değişik şekillere sokarak mutfağın kapısına kadar gelebildi. Ayla, yüzündeki gülücükleri etrafa bulaştırmak ister gibi bütün dişlerini göstererek konuşmaya başladı:

-Ardacığım, bugün baban geliyor biliyorsun. Güzelce duşunu alıp sonra da senin için hazırladığım kıyafetlerini giyer misin, lütfen?

Arda annesinin konuştuğunun farkında değildi. O, fizik kurallarını zorlayan bir jimnastikçi gibi kendini değişik şekillere sokmakla meşguldü. Ama annesinin konuştuklarından sadece “baban geliyor” cümlesini net seçebilmişti. Cevap vermiş olmak için lakayıt bir vaziyette konuşmaya başladı:

-Demek geliyor bugün başımızın belası. Oysaki ne rahattık bir haftadır anne.

Buradan sonra konuşmuyor, sanki kinini kusuyordu:

-Neden şimdi yıllardır görmediğin dostuna kavuşacak gibi neşelisin anlamıyorum. Sana yaşattıklarını unuttun mu? Hastalığının sebebini unuttun mu? Hadi diyelim onları unuttun, peki ya benim yaşadıklarım? Ne olursun anne, şimdi o adam geliyor diye benim de sevinç yumağı olmamı bekleme. Ben dışarı çıkacağım!

Arda, annesinin cevabını beklemeden odasına dönmüştü. Onun bu tavrı karşısında elindeki bıçakla öylece kalan Ayla, bıçağı domatese dokunduramıyor, kesmek için gereken küçük hareketi yapamıyordu ama Arda onun yaralarını kesmek için hiçbir fırsatı kaçırmıyordu. Her defasında aklının en derinlerinde sakladığı yaraları, sivri diliyle kaşıyordu ve bunu yapmaktan sanki zevk alıyordu. Ayla, bu manzaraya alışıktı elbette. Her defasında yaptığı gibi elindeki işi bıraktı. Kendine sade bir kahve yapıp balkona geçti. Sigarasını dudağıyla hafif kaldırıp gözünün önüne getirdi. Eliyle çakmağın ateşine siper yaparak sigarasını büyük bir titizlikle yaktı ve yanışını zevkle izledi. “Aynı benim gibi.” diyebildi sadece, “aynı benim gibi…” Sigarasını bitirdiğinde mutfağa tekrardan döndü. Bir kahve ve sigara onun sıfırlanması için yeterli geliyordu. Sabahki şevkle işine kaldığı yerden devam etti. Bu sırada Arda çoktan dışarı çıkmıştı bile. Karınca misali durmadan bir şeylerle uğraşıyordu. Bir çorbanın tuzunu kontrol ediyor, hemen peşine fırındaki tavuğun kızarıklığına bakıyor, gözlerini kısıp düşünceye dalıyor ve mevsim salatanın içine ne katsam diye düşünüyordu. Her şeyin hazır olduğundan emin olduktan sonra sofrayı kurmaya başladı. Önce güzel ve bembeyaz bir örtü serdi; gelinliğini hatırlattı bu ona. Örtünün üzerinde nereden geldiğini bilmediği kara bir leke gördü; eşini hatırlattı bu ona ve derhal o örtüyü kaldırıp çöpe tıktı. Nispeten daha koyu beyaz bir örtü serdi, bir şey hatırlamamak için üstünde çok durmadı. Ortaya sahte bir çiçek ve çiçeğin iki başına uzun şamdanlar koydu. Salatayı, ekmeği, içecekleri sıraladı. Gençliğinden kalma şatafatlı camlı vitrinden nadiren kullandığı tabakları çıkardı. Bu sırada için için yanmaya başladı. Sofraya üçüncü tabağı koymalı mıydı? Yoksa..? Sabahki olanlar ve öncesinde yaşananlar hızlıca cereyan etti zihninin duvarlarında. Pürüzsüz beyaz tenine yanaklarından başlayan bir kızarıklık yayılmaya başladı. Üçüncü tabağı oğluna düşündüğü için biraz utandı. Gözlerini tabaklardan çekip onlara bakmıyormuş gibi yapıp sofraya çevirdi. “Bu sofra aslında iki kişilik olmalıydı zaten ama oğlum ve ben olarak olmalıydı. O bu sofraya da bu eve de kesinlikle layık değil!” Dudaklarından fısıltılar hâlinde döküldü bu sözcükler. Ama bu sefer de yapamadı. Üçüncü tabağı yine de oğlu için koydu. Son mumu da yakarken kapı çalmaya başladı. Kuytu köşede sevgilisiyle ilk kez buluşacakmış gibi hissetti. Sırtından aşağı soğuk terler döküldü, elinin içi ıslanmaya başladı. Yorulmuş, usanmış yüreği büyük bir gürültüyle çarpmaya başladı.

Kapıyı açtığında on saniye önce hissettikleri bir anda yerle yeksan oldu. O heyecanın yerini büyük bir tedirginlik aldı. Büyük bir gürültüyle çarpan kalbi neredeyse durma noktasına geldi. Vücudu tastamam sıcak bir tere boğuldu. Bu kez yüzüne kırmızılık gözlerinden yayılmaya başladı. Akın’ın sesi onu normale döndürmüştü:

-Hayatım? Neden öyle kaldın, sevinmedin mi yoksa beni gördüğüne?

-Olur mu hiç öyle? Iııı, şeyy… İlk defa bu kadar uzun süre ayrı kaldığımız için nasıl bir tepki vereceğimi şaşırdım. O yüzden öyle oldu yani. Yoksa başka ne olsun ki?

-E o zaman müsaade edersen içeri gireyim. Daha rahat hasret gideririz.

Ayla, şaşkınlığını henüz atıyordu üzerinden. Akın’a bir cevap veremeden telaşla elindekileri almaya çalıştı. Eli ayağına dolaşıyor, paketlerin kontrolünü bir türlü sağlayamıyordu. Akın ise yaptıklarına bir anlam vermeye çalışır gibi pürdikkat izliyordu. En sonunda dayanamayarak “bırak orada kalsınlar, sonra hallederiz” diyebildi. Ayla, bu sesle tekrar kendine geldi, “kusura bakma, bu kadar süre olmadığı için hiç bilemedim” diyebildi. Hâlâ sesinde garip bir ürkeklik vardı. Akın, elini yüzünü yıkamaya gittiğinde sofrayı hızlıca gözden geçirdi. Bir eksik göremeyince sanki karşısındakini öpecek gibi dudağını büzerek bir “huh” dedi. Hemen çorbaları doldurdu, üzerinde peynirler yüzüyordu. Çorbadan yükselen buhar, insanın burnunda değişik hazlar oluşturarak mideye göçüyordu. Karşılıklı olarak oturdular. Sofraya hâkim olan kasvetli havayı kimin dağıtacağını ikisi de bilmiyor gibiydi, ikisi de birbirinden bekliyor gibiydi. Akın, oluşan sessizliği bozmak için hareketlendiğinde Ayla’nın da kendisine karşı doğrulup konuşmaya başlayacağını sezdi. Tam o anda göz göze gelip ayıp bir şey söylemiş gibi utandılar. On saniye sürdü sürmedi derken bir anda büyük bir kahkaha patlattılar. Ağızlarından çıkan nefes o kadar kuvvetliydi ki masanın ortasında bulunan mumları söndürmüştü. Bu olayın üzerine ise daha da içten gülmeye başladılar. Şimdi de birbirlerine bakıp durmaksızın gülüyorlardı. Tekrar mumu yaktıklarında artık üzerlerindeki değişik hâlden sıyrılıp karı koca olduklarının farkına varmışlardı. İş seyahatinin nasıl geçtiğini soruyordu, hemen peşine evde günlerini nasıl geçirdin diye karşılık veriyordu. Bu tarz sorularla birbirlerini konuşturuyorlardı ki Akın sıcacık ortamı bir anda buzdolabına çeviren o cümleyi sarf etti. Aslında böyle bir etki yapacağını bilmiyordu. Tamamen saf ve iyi niyetle söylemişti hatta sevinerek konuşmaya başladı:

-Bugün dönüşte Elvan Bey’le karşılaştık. Çok sevindim onu gördüğüme. Özellikle selamlarını iletti sana.

Ayla, böyle bir şeyi beklemiyordu besbelli ki. Kendini gayet iyi hissediyor, yemeğin ve konuşmanın sıcaklığı ona her şeyden daha makbul geliyordu ama kocasının bu cümlesi her şeyi tepetaklak etmişti. Akın ise söylediklerinin onda oluşturduğu yıkımın farkında değil, aynı iştahla yemeğe ve konuşmaya devam ediyordu:

-Senden konuştuk epeyce. “İlk başladığımız zamana göre katbekat iyi durumda.” dedi. Özellikle bu aşamada artık büyük bir sebatla ilaçlarını kullanmaya devam etmeliymişsin. Onun dediğine göre artık bu hastalığın son aşamasına gelmişiz. Bir sonraki seansa mutlaka katılmalıymışız, öyle söyledi. Bundan sonra yapacağın en iyi şey, kendine zaman ayırmak ve sevdiklerinle olabildiğince vakit geçirmenmiş. Tamamen bedeninden atamazsan bile bu illetten büyük oranda kurtulabilirmişsin ve artık neredeyse biz o evreye gelebilmişiz. Belki hastalığı anımsatan birkaç iz kalabilirmiş ama olsunmuş, bunlar çok da önemli bir durum yaşanmadığı sürece ortaya çıkmazmış.

Ayla’dan ses gelmediğini görünce konuşmasını kesmesi gerektiğini düşünerek sustu ve kafasını kaldırdı. Ayla; elinde çatalıyla kalakalmış, Akın’ın gözlerinin içine bakıyordu. Söylediği her şey kafasında dönüp duruyordu. “…sevdiklerinle beraber vakit geçirmek lazımmış, iz kalacakmış…” zihnine mıhlanan bu birkaç cümleyi ise sürekli tekrar ediyordu. Daha sonra ortamın gerilmesini istemediği için elinden geldiğince sesini yumuşatarak cevap vermek istedi. Birkaç kez öne doğru atılıp dudaklarını kıpırdatmak istedi ama başarılı olamadı. Nihayetinde çatalını bırakıp ellerini masanın üzerinde birleştirerek büyük bir soğukkanlılıkla konuşmaya başladı:

-Diğer randevumuza zaten az kaldı. Gelişmelerin bu seviyede olmasına gerçekten çok sevindim. Uyarılarına mutlaka uyacağımdan şüphen olmasın.

Konuşmanın soğukluğunu iliklerine kadar hissetmişti Akın. Bu konuyu açmakla ne denli hata yaptığını o vakit iyice anlamış oldu. Bu konuşmadan sonra ikisi de sessizce yemeklerini tamamladılar. Akın, yorgunluğunu çıkarmak için önce duşa sonra da doğruca odasına çıktı. Çıkmadan önce eşine yaklaşıp bir elini omzuna koydu. Diğer eliyle boynundan sarılıp hafif kızarmış alnına içten bir öpücük kondurdu. Ayla, o gittikten sonra hızlıca sofrayı topladı, bulaşıkları yerleştirdi. Odasına çıkıp üstünü başını değiştirdikten sonra soğuk nevresimin koynuna bıraktı kendini. Akın ise çoktan yatmıştı. İlerleyen saate rağmen Arda hâlâ gelmemişti. Ayla, uykuya dalmadan önce “neden hiç sormadı acaba?” diye düşünüyordu. Gözlerini kapatmış bu sorunun cevabını arıyordu ama geçerli bir cevap bulamıyordu. Anahtarın çıkardığı sesle gözlerini iyice kapattı. Arda, parmak uçlarında yürüyerek merdivenleri çıktı. Odanın kapısını açık görünce çaktırmadan bakma isteğine karşı koyamadı. Birbirlerine sırtlarını dönmüş yatarken görünce biraz sevindi. Çantasını sırtına atıp gülerek odasına girdi. Üstünü değiştirmeden yatağına uzandı ve sabahın ilk ışıklarını beklemeye koyuldu.

Akın, uyandığında yerinden kalkacak dermanı bulamadı. El yordamıyla komodinin üzerinde duran telefonu aramaya başladı. Elini birkaç kez gezdirdi, “pat-pat” diye vurdu. Telefonunu bulamayınca isteksiz bir şekilde doğrulmaya çalıştı. Soluna döndü, telefonun yanında bulunan saate gözü takıldı. Saat neredeyse on ikiye geliyordu ve hâlâ yatıyordu. İşe geç kaldığı için söylenerek tamamen doğruldu. Telefonu eline aldı, bir sürü cevapsız çağrı olduğunu görünce bir an için ne diyeceğini düşündü. En mantıklısının kısa bir mesaj yazmak olduğuna karar verdi. Biraz önceki uykulu hâlinden eser kalmamıştı şimdi. Alelacele üstünü giydi, Ayla’ya gözü kaydı. Onu, acıyarak birkaç saniye izledi. Daha sonra iyice geç kaldığını hatırlamış gibi hızla çıktı odadan. Aşağı inerken Arda’nın kapısının açık olduğunu gördü. Bir anlığına durdu ama oraya doğru hareketlenmedi. Merdivene yönelip hızlıca inmeye başladı. Anahtarlıkta asılı duran anahtarların arasından arabanın anahtarını bulmakta zorlanmadı. Kapıyı yavaşça çekti, gitti. O evden çıktığında da Ayla gözlerini açmış, açık duran kapıya bakakalmıştı. Aslında en başından beri uyanıktı. Akın’ın nasıl hareket edeceğini gözlemlemek için ya da onunla konuşacak gücü bulamadığı için gözlerini kıpırdatmamıştı bile. Acıyarak bakan gözlerinin ağırlığını tüm vücudunda hissetmişti. Akın da onu yanıltmayarak sahte bir öpücüğü bile esirgemişti. Bugün yatağından çıkmayı hiç düşünmüyordu. Açıkçası bir ara erkenden kalkıp güzelce bir kahvaltı hazırlamayı bile düşünmüştü. Güzel bir menemen, patates kızartması, yumurtalı sucuk ve koyu bir çay… Güzel olurdu, diye geçirdi içinden. Ama sadece düşündü… Arda’nın odasından seslerin geldiğini duyunca yakalanmaktan korkar gibi birden kapattı gözlerini. Arda da annesinin uyuduğunu düşünerek parmak uçlarında yürüyerek başucuna geldi. Dizlerinin üstüne çöktü, elini beyazların üstünlüğü ele geçirdiği yumuşak saçlarına dokundurdu. İncitmekten korkar gibi yavaşça okşamaya başladı. Gözleri dolmuş, dudağı titremeye başlamıştı. Bir şeyler söyleyecek gibiydi ama bir türlü aradığı o sözcüğü bulamıyordu. O kadar uğraşmasına rağmen tek bir sözcük edemeden aynı dikkatle odadan çıktı, merdivenlere yöneldi. Ayla, dış kapının sesini duyar duymaz haykırarak ağlamaya başladı. Oysaki ağzından bir tane, fazla değil bir tane güzel bir sözcük duyabilseydi bu onun için dünyalara bedeldi. Bir süre ağlamaya devam etti. Sesi kısılmaya, hıçkırıklar düzensizleşmeye başladığı sırada üzerindeki yorganı attı. “Keşke” dedi, “Keşke hayatımızdaki yüklerden de böyle basit bir şekilde kurtulabilseydik.” Düşünceli ama emin adımlarla yazı masasına doğru yöneldi. Kâğıdı bir çırpıda çekip önüne aldı. Kalemlikte, en sevdiği kalemi aradı bir süre ama bulması uzun sürmedi elbette. Yazacaklarından çok yazamayacakları onu düşündürmeye başladı. Bu yolculuğu başarırsa yine aklında o yazamayacakları çalkalanacaktı. Eğer başaramazsa bunlara ek olarak yazdıkları da peşini bırakmayacaktı, o yüzden başarmayı diledi. Kalemi aldı, kâğıdı kendine doğru çekti, sandalyesinde hafif doğruldu. “Mektuba, bir hitap sözcüğü ile başlanır.” Öyle söylemişti ta ilkokuldaki öğretmeni. Düşündü. Geride bıraktıklarına ne diye hitap edebilirdi ki? “Sevgili ailem ya da eşim? Oğlum mu yoksa?” Aklından birkaç söz daha geçirdi ama hiçbirini uygun bulmadı. “Demek ki” diye söylendi. “Bazı mektuplar hitapsız başlarmış öğretmenim!..”

“Bu mektubu ilk senin okuyacağını bildiğim için içim rahat. Çünkü Arda’nın eve gelmesini pek düşünmüyorum. Sakın telaşlanma. Bir şeyler yapmaya çalışma. Bu mektubu okuduğun vakit her şey yaşanmış ve de bitmiş olacak. Ama yine de istersen ambulansı arayabilirsin ya da polisi bilemiyorum. Beni kaçırıp ailemden kopardığın o gün ve yüzümü dahi göstermediğin günler, aylar, yıllar… Bu yükü artık tek başıma taşıyamıyorum, al biraz da sen taşı! Önce senin gidişini duydum, peşinden de Arda çıktı. Arda, yanıma geldiğinde umutlanmıştım aslında. Bana bir şeyler söyleyeceğinden, beni bu durumdan kurtaracak birkaç sözcük mırıldanacağından umutlanmıştım. Sadece bir “anne” diyebilseydi de benim için yeterdi ama olmadı. Bu mektubu okuduğuna göre artık yapabileceğim her şeyi yaptığıma emin olmanı istiyorum. Senin gelmeni bekledim. Bir hafta beklemek inan ki bir ömür gibi geldi ama geçti. Ömür de bitiyor Akın, bak bir ömür daha bitiyor. Düşünebilirsin; dün gece her şey iyiydi, yemek yedik, güldük saatlerce. Karşılarken de oldukça telaşlıydın. Evet, dün ile bugün arasında neden bu kadar fark var bilmiyorum. Bence ilaçlar beni bu ikileme sürüklüyor. Onları görmek bile ruhumu daraltıyor. Defalarca anlatmak için çabaladım. Ben anlatamadım ama sen de anlamak için çaba göstermedin, bunu inkâr etme. Artık bütün bunların nedenini Elvan Bey’den öğrenebilirsin diye düşünüyorum. Dün gece sofrada söylediklerini hatırlarsın. Özellikle bugünlerde sevdiklerimle vakit geçirmem gerekiyormuş. Peki, nerede benim sevdiklerim Akın? Bunu söylerken bu soruya maruz kalacağını düşünmedin mi? Evet, soruyorum sana; nerede benim sevdiklerim, nerede benim ailem? Nerede annemin masumiyeti, babamın heybeti? Nerede küçük kardeşimin kendisini sevdirmek için yaptığı muziplikler? Dur sen zahmet etme, ben cevap vereyim istersen. Hepsi öldü. Ne kadar kısa bir cevap değil mi? Ama o sözcüğü önce zihninde tasarlıyorsun, sonra dilinin ucuna getirip sembollere döküyorsun. En son da o sembollere can veriyorsun ve bir insanı canevinden vuruyorsun. Dört harften oluşan basit bir sözcük değil yani. Koskoca bir maziden oluşan, içinde sayısız anı barındıran, içine bir aileyi alan derin manalı bir sözcük. Hiç de basit değil kısacası. Seni bu sefer kırmıyorum. Sevdiklerimle beraber olacağımdan da şüphen olmasın. Sen de benim son isteğimi kırmazsın diye düşünüyorum. Beni ailemin yanına göm Akın, senden başka da bir şey istemiyorum. Tabii oraya gidecek yüzü bulabilir misin kendinde ya da yüzün bir kalem ucu kadar kızarır mı gerçekten görmeyi çok isterdim. Unutmadan ilaçlarımı gerçekten kullanıyordum. Ama sen şunu hiç göremedin Akın. Benim için gerekli olan şey ilaç değildi asla. Sadece aile olabilmek, ailemle olabilmekti. Dün bile yüzüme bakmadan bir sürü ezber şeyi okudun, papağan gibi. Bir kere olsun sadece bir kere olsun “aile” olabilmekten bahsetmedin. İnsanlar gerçeklerle yüzleşmekten daima kaçınır. Hele de kendilerinin sebep olduğu gerçeklerden. Bakalım sen nereye kadar kaçabileceksin. Bir gerçeğin daha var artık: Çok değerli karın!


Mayıs 2020/Taşlıçay