Dipsiz kuyularda mıydım, içinden çıkılmaz bir halde miydim, bir varmış bir yokmuş muydum, orada mıydım, burada mıydım, haykırışlar mı isyanlar mıydı çevreleyen? Ne düşünüyordum o an, ne geçiyordu tam olarak aklımdan? Farkında olmadan isyan edip geçmişin hüzün denizinde çırpındıkça boğuluyor, boğuldukça ölüyor olduğumu mu sanıyordum tam o "çıt" sesini işitmeden önce? O ses miydi bana kendimi getiren yoksa diğer seslerin varlığının baskılanması mıydı yolumu ışıldatan? Evet, kendimi getiren... Kendime getiren değil. Kendimi, özümü bana geri veren... O kadar perdeleniyor ki bu öz dünyevi huzursuzluklar içinde, derini görmek olanaksızlaşıyor adeta. Ama sessizliği yarıp çıkan o ses, o acı, o pişmanlık, o hüzün, o düşünüş, o anlayış, o farkına varış... Hepsi birden bir bütünü oluşturuverdiler olabilecek en hızlı şekilde. İstenilen o muydu ki? Zarar vermek miydi bulunulan kaba? Ya da bu öngörülebilir bir şey miydi aslında? Belki de o sesi duyarken bile sonuç belliydi bilinçaltında. Hani söylenilecek bir sözün her şeyi yıkacağının bilindiği ve tüm bunların söyleyeni terk etmeden hemen önce öngörüldüğü halde keskin bir ok gibi fırlaması misali... Ama olan olmuş, yay çekilmiş, ok fırlatılmıştı. Ve hiçbir kusuru ve dahli olmayan beden çekmişti ruhun o sıkıntısını tüm özürlere rağmen... Sonradan gelen hiçbir şeyin düşünüldüğü ve zannedildiği kadar önemli ve ölümsüz olmadığına, keskin sirkenin gerçekten de küpüne zarar verdiğine, ölümün yanında dertlerin hafif kalışına dair o farkındalık için bu kırılma sesinin duyulması gerekiyormuş, doğru. Fakat yine de sorarım kendime değer miydi böyle bir dışa vuruma diye.


Peki o ses ne miydi? El kemiğinin kırılma sesiydi.


Kırılmasız, incinmesiz farkındalıklara...