Yaprakların hışırtısı, sonbaharda esen rüzgârın sesi gibi kulaklarımda uğulduyordu. Sabaha karşı olduğunu biliyordum. Bu vakitlerde bedenim uyumak için dirense de zihnim birden canlanıyordu. Bu yüzden gözlerimi açıp beliren her resme odaklanmam, her sesi ayırt etmem gerekiyordu. Öyle temkinli davranmalıydım ki hiçbiri dağılıp parçalara ayrılmadan onları bir araya getirmeli ve oluşacak bütünü zihnime yeniden yerleştirmeliydim. Gözlerimi yavaşça açtım. Perde havalandıkça altından sızan serin esinti ayaklarıma kadar geliyor, ardından bedenimi rahatlatıyordu. Yatağa yayılmış bedenimi canlandırmak için gerinmeye çalıştım. Tam o sırada sekiz yaşına döndüm. Kapı aniden açılacaktı ve babam öfkeyle, hadi acele et, gidiyoruz diyecekti. Evi terk edip bir daha döneceğimizi bile bilmeden apar topar gidecektik. Ya peki nereye? Kaçarcasına, babam ve ben niçin gidiyorduk? Neden çok sonra döndüğümde o eve, çocukluğumun geçtiği ev değilmiş gibi bir yabancının başıboş gözleriyle bakacaktım.


Gözlerimi kapattım. Yeniden canlandı her şey. Babam hızlıca odaya girdi. Bu sefer sakin sesiyle, hazır mısın, dedi. Ardından cılız sesimi duydum. Hayır, diyordu, gitmek istemiyorum. Sıkıca yumduğum gözlerimi ellerimle de kapatarak, daha sonrasını hatırlamaya çalışıyordum. Babamın görüntüsü, yapbozun parçaları gibi dağılmıştı. Sesini duymak istiyordum. Ne diyordu, beni neye zorluyordu? Sesi öyle derinde kalmıştı ki yaprakların hışırtısını değil de babamın sesini duyabilmek için ellerimle kulaklarımı kapattım. Hızlıca açılıp kapanan ağzı dışında seçebildiğim bir şey oluşmadı. Sesi, yerin altından duyulan bir hırıltı gibiydi.


Zihnim, durmadan benimle oyun oynayan çocuk gibi görüntüleri değiştiriyordu. Babamı kılıktan kılığa sokuyor, hangi görüntüdeki kişinin babam olduğunu ayırt edemiyordum. Tıpkı aynaya ne zaman baksam aynadaki kişiyle kendimi ayırt edememem gibi.


Zihnime direnmeyi bırakarak, gözlerimi usulca açtım. Açar açmaz aydınlanan havayı, artan sıcaklığı hissettim. Sanki zamanda yolculuk yapmış ve geri dönmüş gibiydim. Çocukluğuma gittiğim o görüntüler, beni ne kadar içine alıp götürürse, geri döndüğüm zaman yanlış bedende olma algısına kapılıyor; kendime alışmakta zorlanıyordum. Bu durum beni bir müddet kendime ve içinde bulunduğum zamana adapte etmeye zorluyordu. Mutfaktan gelen sesleri duyduktan hemen sonra Gülay, kapıyı çalarak odaya girdi. Bir şey demeden yüzüne bakmam onu endişelendirmiş olacak ki “Emin Bey, nasılsınız bugün?” dedi, normalde bu soru “Kahvaltınızı odanıza mı getireyim yoksa bahçede mi yemek istersiniz?” olacağı için “Kahvaltıyı bahçede yaparım,” dedim. Gözlerini olduğundan biraz daha açarak mutfağa gitti.


Bahçeye oturmuş kahvaltıyı beklerken Körpe bana şöyle bir bakıp yanımdan geçip gitti. Uzun zamandır aramızdaki soğukluğun sebebini anlamış değildim. Köpeğimi tanımakta güçlük çekiyordum. Gülay, elinde tepsiyle geldiğinde önce tepsinin üzerine dizili çayı ve kahvaltılıkları masaya boşalttı, ardından aç karnına içmem gereken ilaçları verdi. O sırada Körpe’nin yemeğini verip vermediğini sordum. Körpe bana boş bakışlarla bakınca; gittikçe zayıflıyor, onu bir veterinere götürmeli, dedim. Gülay başıyla onaylar gibi yapıp ilacı yutana kadar yanımda bekledi. Uzun zamandır bu rutini Gülay’la yineliyorduk. Ona verdiğim bir miktar para karşılığında akşama kadar evle ilgilenip yemeğimi getiriyor, ilaçları sırasıyla yutmamı bekleyip gidiyordu. Ve gitmeden önce uyumadan almam gereken ilaçları masaya bıraktığını söylüyordu. İlaçları almayı unutmayın diyemiyordu Gülay, Alzheimer hastası değilmişim de o ilaçları başka bir sebepten içiyormuşum gibi davranıyor, beni günden güne içine çeken unutma halinden söz etmiyordu.


Ertesi gün, gördüğüm rüya beni korku içinde kıvrandırarak uyandırdı. Sekiz yaşında babamla terk ettiğimiz evdeydim, babamın beni kilitleyerek gitmesi üzerine çığlık çığlığa evden kurtulmaya çalışıyordum. Ev şekilden şekle giriyor, kapılar ya açılmıyor ya da kayboluyordu. Ne kadar kaçmaya çalıştıysam da en sonunda ev beni yutuyordu. Uyanmam, rüya içinde rüya izlenimi yarattı. Etrafı kolaçan ettiğimde rüyamdaki evde değil de başka bir evde olduğumu anlamam bu hissiyatı yok etti. Yatağın ıslaklığı mı beni kaldırdı yoksa bir daha uykuya dalma düşüncesi mi, bilmiyorum. İlk önce terlemiş olduğumu sansam da daha sonradan yataktaki ıslaklığın idrar olduğunu fark ettim.


Çarşafı değiştirmek için odadan çıkınca, Körpe hırlayarak bana yaklaştı. Ayağımla ona hoşt yapınca geri çekilip bakmaya devam etti. Dolabı açtığımda çarşaflar yerinde değildi. Teker teker dolapları boşaltıp çarşaf arıyor, aynı zamanda Yeşim’e söyleniyordum. Evdeki eşyaların yerini değiştirmemesini daha ne kadar tekrar edecektim? O sırada kapı açıldı. Bir kadın bana doğru bakarak, “Emin Bey ne yapıyorsunuz?” dedi, “Asıl siz ne yapıyorsunuz, evimde ne işiniz var?” dedim. “Emin Bey, hani her sabah geliyorum ya, Gülay ben. Ne arıyordunuz? Söyleyin de ben bulayım.”


Karşımdaki kadının söyledikleri aklımı hiç olmadığı kadar karıştırmıştı. Kim olduğu hakkında en ufak bir fikrim yoktu, belki Yeşim’in tanıdığıdır diyerek, Yeşim’i uyandırmaya gittim. Odaya girdiğimde yatak boştu, içeride keskin bir koku vardı. Banyoya girmiş olabileceğini düşündüm, seslenerek duşakabini açtım, yoktu. Yabancı kadın da arkamdan beni takip ediyordu. Mutfağa girdiğimde, yerde dağılmış tabak ve bardakları gördüm, kendi kendime ne olmuş burada dedim. Yabancı kadın, toplamaya koyulunca elindekini almaya çalışarak, "bırakın, karım gelince yapar" dedim. Yorgun olmalıydım ki bir anda yere oturup kaldım. Ardından duyduğum şey, kolumun altındaki porselen tabakların çatlarken çıkardığı ses oldu.


Gözlerimi açtığımda karşımda kemik gözlüğü olan bir adam belirdi. Nereden tanıdığımı çıkarmaya çalışırken zorlandığımı fark edip kendini tanıttı; doktorum olduğunu, küçük çaplı bir bayılma geçirdiğimi söyledi. Ardından hastalığın ilerleyişinden, gündüz dışında gece de yanımda kalınması gerektiğinden söz etti. Gülay’a döndüm, sonra Yeşim’in nerede olduğunu sordum, yüzüme bakmadan “Gelecek” dedi.


Gece boyunca bahçede oturup solmaya yüz tutmuş çiçekleri izledim. Gülay’a evine neden gitmediğini sorduğumda saatin geç olduğunu, yarın döneceğini söyledi. Sonra havaya baktım, bulutun olmadığı koyu bir siyaha bürünmüş gökyüzüne. Akşam yemeği vaktinin gelmiş olduğunu söyleyince, Gülay başını hiç kaldırmadan akşam yemeğini yediğimizi söyledi. Ardından Yeşim’i sordum, bakışları cızıldayarak çalan radyonun üstündeydi, bir süre donup kaldıktan sonra “Gelecek” dedi. Cem Karaca’nın, bu son olsun diyen sesi cızıltı içinde yankılanıyordu. Tavanda, sarı ışığın etrafında dönen sinekler başımı döndürürken, Gülay’dan beni çocukluğumun geçtiği o eve götürmesini istedim. Bir şey demeden koluma girdi, beni yatağa bırakırken başımın dönmesi son buldu. Radyodan gelen ses, çok derinden gelen bir iniltiye dönüşmüştü.


O gece gördüğüm rüyada, babam beni eski eve çağırıyordu. Yüzü yaşlı ve yorgundu. Bana neden onu bırakıp gittiğimi soruyor, beni o evde beklediğini söylüyordu. Uyandığımda elime ne geçtiyse apar topar giyerek evden çıktım. Çıkarken, Yeşim’in uzun ve siyah saçlarının kanepeden aşağı düştüğünü gördüm. Bahçe kapısını açtığımda Körpe de kuyruğunu sallayarak yanı başımdan yürüyordu. Birlikte karanlığın izinden eski evin yolunu tuttuk.