Dört duvardan bir oda, dört duvarında dört kapı... Duvarlar konuştukça üçe beşe katlanır; geleni gideni bitmez, her kapının çalanı ayrı. Oda, yol geçen hanı.


Odanın ortasında bir et yığını... Tavandan sarkmış zincirin ucundaki kancaya saçları takılı. Göz kapaklarını açık tutan bir çift bant… Yaşamdan kalma sahte tebessüm yer edinmiş dudaklarında.


Oda yol geçen hanı, selam verip nasılını unutan hassasiyetlerin güzergahı. El ele tutuşup döner durur kervan, zılgıtlar uçuşurken havada. Çarpıp çarpıp diledikleri aflara karşılık; affedilmemeye duydukları aşağılık öfke...


Odanın ortasında bir et yığını... Bembeyaz tutmuş teni, allayıp pullamışlar üstünü. Yanaklarında kırmızı boyalar can katarcasına cesede. Bakışlarındaki anlamdan söz edenlerin gördüğü; ölüm boşluğunun ta kendisi.


Odanın ortasında bir et yığını... Beyaz gelinliğinin altında, dizlerinin aşağısı kopmuş. Nazlı nazlı salınışında hayranlık uyandıran pes etmişlik, kurban edilmişlik, fedaya reva görülmüşlük…


Oda yol geçen hanı. Herkes hayran, herkes iç çeker uysal bedenin zarif duruşuna. Beyaz gelinliğin gururunu taşırcasına, masumiyeti korumuşçasına, bir damla kana bel bağlamış namusun izini çizerler alınlarına.


Odanın ortasında bir et yığını, beyaz gelinliğin altında. Kırmızı kuşağı dolanmış boynuna. Alınlarına sürdükleri bir damla kanın ahmakça kutsanmışlığını onur sayanların devranında.


Dedim ya; odanın ortasında bir et yığını, çengelle asılmış tavana.


Asılmış tavana.

Ne zarif,

Ne masum,

Ne hanım,


Asılmış tavana.