Duru bir gündü. Birkaç gün önce atlattığımız fırtınadan dolayı biz de durulmuştuk. Herkes olabildiğince az konuşarak yapması gerekenleri yapıyordu. Kaptanın fırtınadan sonra sinirleri iyice gerilmişti, ona fazla bir şey sormadan işlerimizi hallediyorduk. Çocukluğum boyunca hayalini kurduğum gibi denizlerde olmak, kıyıdan kıyıya yolculuk etmek, belirsizlikte sürüklenmek… Hepsi başlangıçta çok eğlenceliydi, ilk yıl gayet mutluydum ancak alıştıktan sonra tüm bunlar işkence gibi gelmeye başladı. Hep aynı şeyleri yemek, aynı işleri yapmak, aynı insanlar ve daha da kötüsü onların aynı hikâyeleri. Öyle ki ömrünü denizlerde, o ülkeden bu ülkeye savrularak geçirmiş, benliğinde kim bilir ne sayıda farklı insandan iz bulunduran gemimizin ikinci kaptanı, bana neredeyse her Allah'ın günü aynı zırvalardan, Pasifik'teki gizemli yaratıklardan, on üç yıl önce bulmaya çok yaklaştıkları Kaptan Erda'nın efsanevi hazinesinden bahsediyordu. Tüm hayatı okyanuslarda geçmiş, sayısız farklı yer ve insan görmüş birinin böyle şeylere inanması çok ilginç geliyordu bana. Neyse ki artık bunun sadece gördüğü şeylerin sayısıyla alakalı olmadığını anladım. Hem anlattığı hikâyeler de hiç inandırıcı değildi. Neymiş, haritayı yılda bir uğradıkları bir adada bulup aylarca haritanın gizemini çözmeye çalıştıktan sonra hazinenin olduğunu düşündükleri adaya gitmişler. Tayfadan biri hazineyi bulduğunu haber vererek bağırdıktan sonra gizemli bir şekilde ortadan kaybolmuş, ne hazineyi ne de arkadaşlarını bir daha görebilmişler. İşin ilginç yanı, akşam yatmak için gemiye gitmişler ve sabah kalktıklarında adanın kendisi de ortadan kaybolmuş. İşte her gün yeminler ederek bana bunların gerçekten de yaşandığını anlatıyordu.


Bunun dışında gemide bir ses varsa da, çoğunlukla aynı şeylerdi zaten. Bağırarak birbirleriyle anlaşmaya çalışan ve hiçbir zaman birbirlerini dinlemeyip anlayamadıkları için sürekli birbirlerine küfürler yağdıran ayyaşlar. Artık ben fazla konuşmuyorum zaten. Gemide boş vakitlerimi geçirmek için artık ya yazı yazıyorum ya da her karaya ayak bastığımızda koşarak aldığım kitapları okuyorum. Gençliğimde neden gemilerde bulunmak için bu kadar hayal kurduğumu anlayamıyorum. Hayatın çoğu yerinde olduğu gibi bazı şeyleri birinci gözden deneyimlemek, çoğu zaman dışarıdan bakıp da beklendiği gibi çıkmıyor. Tüm bunların yanında bir de geleceğe dair, eskiden hiç duymadığım kaygıları duymaya başladım. Hayatımın gemide geçemeyeceğini, günün ve gecenin birbirinden farksız olmaya başlamasıyla fark ettim bunu. Eskisi gibi denize açılıp sınırsız özgürlüğün tadına bakma fikrini özledim. Bir amacım vardı. Artık bunu yitirmiş olmak beni mahvediyor. 


Artık her günüm bunları düşünerek geçiyordu. Bir gün, yine gemide düşüncelere dalmış şekilde işlerimi yaparken gemimizin ikinci kaptanı yanıma gelerek bana bir şeyler anlatmaya başladı. “Evlat,” böyle seslenirdi bana hep, "Ne o, mutsuz görünüyorsun.” Bir şey söylemedim, karşılıklı sustuk biraz. "Evlat", dedi yeniden. "Canını neyin sıktığını tahmin edebiliyorum. Bu şekilde canının sıkılması kadar doğal bir şey yok. Gördüğünle yetinmemelisin sadece. Dünyada sayısız hikâye vardır. Hangi birinin senin başından geçeceğini bilemezsin. Bu yüzden inanmalısın bazı şeylere, onların gerçek olmadığını bilsen bile. Biliyorum, benim anlattığım hikâyeler senin için bir masaldan ibaret. Ancak yaşamın gemilerde geçtiğinde sana adalarda ve okyanuslarda olandan fazlası gerekiyor. Ömrünün üçte ikisinden çoğu denizlerde geçmiş ben, henüz daha ilk seyahatimde ilk dalgaları gemimize yediğimizde kavradım bunu. İnanmazsan geminin üstünde hayatta kalamazsın." 

Her zamankinden çok farklıydı konuşma şekli. Şaşırtmıştı beni doğrusu ve haklıydı.


Orada kararımı verdim işte. Gemide kalmaya devam edeceksem inanmalıydım. Başta zorunluluktan kaynaklıydı bu inanç. Ancak yalandan da olsa inanmaya alışırsa insan, bir süre sonra gerçekten de o şeye inanmaya başlıyor. Şimdi çok daha iyi anlıyorum etrafımı. Kaptan Erda'nın hazinesini aramakla, onun sırrını çözmeye çalışmakla geçiyor günlerim artık. Ve şundan eminim, bir gün onu bulacağım.