1

Uzun Yokuş'u tırmanırken nefes nefese kalmıştık. Kemalettin sırtını eski belediye hastanesinin duvarına dayamış soluklanıyordu. "Yaşlanmışız" dedim. Yüzünü kaldırım taşlarından ayırmadan: "Yaşlanmışım." dedi. Gülümsedim, herhalde yokuşu tırmanışım hayrette bırakmıştı onu. "Hayde Mustafa Efendi, haydeee geç kalacaz." deyip omzumdan desteklendi, ileri atıldı.

"Deme şu efendi lafını yahu!"

"Alışmışım alışmış."

Halbuki hiç böyle âdetleri yoktu, başkalarına isimleriyle söylenirken bizde "efendi"liği tutuyordu bu yarım asırlık adamın.


2

Önce kahvehanenin yolunu tuttuk. Sokaklar sabahın bu saatinde ıssız, in cin uyuyor. Bir iki esnaf kepenkleri kaldırıyor, Kerim kahveyi açmış çoktan.


3

Isınırız sandık ama soba daha yakılmamış. Dükkanın önüne serilmiş iskemlelere oturduk. Kerim bizi görünce "İki çay yapıyorum şekersiz." dedi. "Kerim yahu?" dedi Kemalettin. "Buyur abi?" "Saat kaç oldu?" İstanbul'un bu yaşlı adamı sayıları bile öğrenecek zaman bulamamıştı ki akrebi yelkovanı tuttursun da saatin kaç olduğunu bellesindi. Kerim sobanın biraz uzağına asılmış saate bakıp bir şeyler geveledi, sonra "Altıya geliyor." dedi. "Geç kalacaz ya bakalım." "Bir şey olmaz." dedim. "Doluyor kamyonlar, pazar kalabalık Mustafa Efendi." Başımı anlamış gibi salladım, bu sırada tepemden gelen çay tepsisi masaya kondu. Çayları elimize aldık, başladık içmeye. İçimiz ısınıyor, elimiz ısınıyordu.


4

Kemalettin cebinden çıkardığı bozuk paraları çay tabağına bıraktı. Kalktık, pazarın yoluna koyulduk. Yol epey vardı, yürümek de yormuştu bizi. "Soluklanalım." deyip durdum. Bu sefer acelesi kalmamıştı sanki, yanıma gelip oturdu. Güneş gökte yerini almıştı, arabalar yokuşu tırmanmak için öksürmekten bi' hâl oluyordu. Kemalettin de onları taklit ediyordu. "Hadi!" derken bile öksürüyordu. Her hafta içi yokuşu tırmanmaya alışmıştık ama elimiz boş dönmekten çekiniyorduk. Sen Uzun Yokuş'u al sonra pazara git, iş bulamadan gel. Olacak şey değildi.


5

Sokağı dönünce kamyonları gördük. Henüz gelmişlerdi, başında da bekleyeni çoktu. İnsan Pazarı'ydı buranın adı. Kamyoncularla iş sahipleri anlaşıyor hamallık yapacak adamaları ayırıyorlardı. Elinden her iş geliyorsa, paranın azına tahammül ediyorsan seni seçerlerdi yoksa kamyonların üstünde giden onca adamı seyrede dururdun.


6

Kemalettin kamyoncuyu tanıyormuş epeyden beri. Zaten ona güvenerek getirdi bizi Sivas'tan. Yeniydik şehirde hem de eskiydik. En yaşlıları biz miydik bu kadar toplanmış adamdan? Kamyonlar hırpalanmıştı gel git yapa yapa. Tepesinden adam eksik olmuyordu ki. Kemalettin'in Vehbi dediği kamyoncu gelip önümüzde durdu. Hepimiz komutan gelmiş gibi ayaklanıp sessizleştik, sonra Vehbi cebinden çıkardıklarıyla birilerini savmaya başladı. "Al bu senin." "Senin bu da." derken bir daha gelme buralara diyordu içeride kalanları ödedi birer birer. Bize çalışacak adam lazım diyordu paraların üstünde. Sonra yevmiyecileri seçmeye başladı.


7

Bizim bu genç şehirde ne işimiz vardı böyle yaşlılıkla? Ekmek parası, ne yaparsın? Kara saçları, badem bıyığı, sakalı yüzünü kaplayabildiği kadar kaplamıştı Vehbi'nin. O kanlı kocaman gözleri, açılan ağzı, cebinde elleri bir devlet reisi gibi dikiliyordu. Biz Kemalettin'le daha buraya gelmeden yorulmuştuk. Bir kamyonet de biz alsak, şu Vehbi'nin yaptığı işin daha iyisini yapardık. Bir kamyon alabilseydik... Nerde! Bir kamyonet kaç para? Bizimki bugün karnımızı doyursa; zarfı, pulu bir de mazrufu karşılasa yeme de yanında yat. Bu mektep görmemiş adamların neyine mektup? Zarfın içine bir tek para girer, o kadar. Köydekiler iner vilayete, daha orada parayı bulunca harcar. Eve varmadan bir dahaki ayın parasını düşünür hemen.


8

Kemalettin kolumdan çekip hülyadan uyandırdığında motorun gür sesi etrafı almıştı. Kamyon titriyordu, heyecanlıydı. Biz ne çabuk alışmıştık bu şehre?

Kırmızı bugün nereye gidecekti kim bilir ve nerede çalışmadan öylece durup küsecekti Vehbi'ye? Boyasını dökmüş, Kırmızı artık paslı olmuştu da kabul etmiyordu Vehbi. Araba yenilemek neyine?


9

İnşaata vardığımızda biraz vakit almıştı. Kasadakiler teker teker inerken bizde onların yaptıklarını yaptık. Vehbi içeride adamla konuşup yanımıza geldi. "Tamam." dedi. Hepimiz içeriye hızlı adımlarla ilerledik. Çimentolar üst üste yığılıp siper yapılmış gibi. Kumlar, tuğlalar her yere dağılmış. Ya birazdan savaş olacaktı siperler onun içindi ya da savaş olmuştu bunun için dağınıktı her şey.


10

Paydos edildiğinde akşam olmuştu. Işıklar berisini aydınlatıyor ötesine karışmıyordu. Komyon gelip kapıda durdu. Bir iki sefer klakson çaldı. O tarafa baktık, Vehbi eliyle gelin yapıyordu. İşi bıraktık, Kemalettin'i buldum karanlıkta sonra kasaya bindik. Yüzü seçilmiyordu, ne zaman bir sokak lambasına tevafuk etsek o zaman onun da yüzüme baktığını görüyordum. Konuşmuyorduk da. Ne olacak böyle, sadece haneden işe, işten haneye mi bu dünya diye geçirdim. O aralık araba sarsa sarsa sabah aldığı yere bıraktı. "Yarında burda olun." dedi Vehbi. Tamam dedik. İstanbul'un karanlığında sesli sokaklarından geçip kahvehaneye vardık. Çay içip Kemalettin’den ayrıldım.


11

Haneye gitmedim. Kalabalıktık, memleketlilerin bir olup tuttukları bir evde kalıyorduk zaten.

Rüzgâr yüzüme doğru esmeye başladı, üşümüştüm. Ellerim ceketin cebine asıldı, sıkıyordum da ellerimi ama rüzârı istiyordum. Hoştu, güzeldi esmesi. Arabalar sesi kesmişti ya da aşağıdaki yeni yolu kullanıyorlardı şimdilerde. Yokuşu çıkarmak isteyen şoförlerin gaza yüklenişi, "Çıkamam." diyen arabaların feryadı... Sonra şoför arabaya ne vaad ediyorsa tırmanıyorlardı yokuşu. Ekzozların dumanı akşamın karanlığına karışıyordu. Epey yürüdükten sonra yorulduğumu da unutup şehrin bilmediğim bir mahallesine gelmiştim.


12

Bu hiç tanımadığım semt bir yerden tanıdık geliyor fakat çıkaramıyorum. Düşünüyorum, daha önce neden gelmiştim? Buralara gelmiş miydim ki? Çıkardığıma göre, aşina olduğuma göre, öyle sokaklarını bilircesine yürüdüğüme göre elbet.  Karanlığın gölgelendirdiği bezmiş yüzlerin yabancı olur bir yanı da yoktu. Sanki birbirimizi tanıyorduk da epey olmuştu görüşmeyeli, unutmuştuk birbirimizi. Evvelden beri ahbaplığımız varmış da…


13

Sanki şehri bir baştan bir başa almıştım. Buradan, bu ağaçsız ve evsiz kurak araziden uzakta bulanık ışık huzmeleri gözü kamaştırıyordu. Saatten haberim yoktu, epey olmuştur diyerek geldiğim yola koyuldum.


14

Bir küçük gördüm. Banka boyuna uzanmış, iki avucunu birbirine kavuşturmuş, başının altına koymuştu. Üstüne kendinden uzun pejmürde bir manto almış. Yanına vardım, öylece uyuyordu. Rahat mıydı? Hiç yadsımıyor mu bu hâli? Kimi kimsesi var mıdır? Varsa neredeler yoksa bu çocuk böylesine karışık bir şehirde kaybolmaz mıydı?


15

Ses etmeden yukarıya çıktım. O çocuğun yerine de üşüyordum sanki, uzaklaştıkça ona duyduğum acıma kendime döndü.

Sokaklar hayli tenha, kimsesizdi. Uykumun geleceği yoktu. Kahvehanenin yolunu tuttum. Ara sokaklarda bir bağırış çağırış, bir cümbüş. Demek bu saatte üşümeyenler de vardı. Sabahı anımsadım. Önce uzun yokuşu inmek vardı işin ucunda. İnmek ne basit ama çıkmak öyle mi? Çıkmak sabırlı iş, inerken Vehbi’nin kelepir Kırmızı’nın lastiğini söküp yuvarlasan o bile inerdi.


16

O banktaki çocuğu gördüğüm günü sabah ettikten sonra o gün başımıza bir iş geldi ki köhne sandığımız bu semt, bu İstanbul’un bir yavrusu semt; gencecik bir başka oğlana neler etti.

Yanımda Kemalettin yine kahveye yolumuz. Çaylar bile demliydi bu sefer, acı. Ağzımızın tadı bozulmuş cebimden çıkardıklarımı masaya bırakıp kalktık. Amale Meydanı’na yollandık.

Sabah dediysek güneş bile açmamış saatlerdir meydancıların muhaveresi. O gelir, öbürü gelir. Bir iki derken otuz belki elli adam toplanmıştır. Aradığınız her türlü adamı bulabiliyorsunuz, istediğinizi seçebiliyorsunuz. Zaman zaman yevmiyesini alamadığından şikayetçi olan mı dersin, gittikleri işten dönerken de kendi başlarının çaresine baktıklarını söyleyen mi dersin? E, şikayet mercii yok, başvuru mekanizması yok. Hemşehri, göçmen, kaçak herkes aynı yerde.


17

Bir kamyon geldi. Meydancılar hücuma kalkar gibi koşuştu. Biz de girdik araya. Kamyoncuya “Adam başı iki kuruşa bizi al.” deyince kasaya işareti yaptı. Tırmandık.


18

Kamyon doldu ki ana baba günü. İnşaata gelince inip başladık oradan oraya... Kim ne emrederse bizim elimizden o iş geliyor. Bilmiyorum desen adam başı kuruş vermezler.

Kasada bizimle gelen bir oğlan vardı. Sıska, çelimsiz olanlardan değildi bu. Kılık kıyafeti eskimiş. Kışı düşündüm. Ne giyerdik kış gelirse?

Bu delikanlı alanda yanımda duruyor ona da nasıl yapılacağını ezberletiyordum. Güzel de kavramıştı.

İşte bu oğlan bir ara iskelenin altına geçti. Geçmez olaydı. Oğlana gel edecektim ki iskele yıkılmasın mı? Oğlancağız altında can vermiş o sıra. Pek üzüldük, koştuk, can hıraş çıkardık. Anladık ki göçmüş. Pek hamdı. Kimin nesi olduğunu bilen yok. O öğlen bize onar kuruş verip saldılar. Kerim’den öğrendik ki genci kimsesizler yurduna bırakmışlar.


19

İşte aldığımız on kuruşlar bizi susturmak içindi. Bu sergüzeştten sonra Kemalettin’le tası tarağı topladık, köyü tuttuk. Kemalettin iki kuruşa can verecek adam değilim deyince ona tabi oldum. Köylü milletin efendisiyse bağının da evinin barkının da efendisiydi. Rençber doğmuş rençber gidecek bu yaşlılar İstanbul’u o görüş gördüler. O genç bizim için İstanbul olmuştu.


/