Beni bu hayata yamadılar mı dostlarım? Çok iğreti duruyorum sabahın kollarında. Yakışmıyorum gecenin kör karanlığına bile. Bakın, köpeğim Pamuk ne kadar da kendisi gibiydi dünyanın. Oradan oraya koştururken adım attığı toprağa nasıl da aitti. Neşesi göğsüme saplanıyor şimdi rüyalarımda. Üç yaşındaydı Pamuk, yani biz onu sokakta bulup sahipleneli üç sene olmuştu. Nasıl bırakabilmişler böylesi güzel bir şeyi, diye epey düşünmüştük babamla. Babama aşıktı Pamuk. Babamın her gün geçtiği yolun üzerindeymiş, gelip geçerken her gün mama vermiş ona önce. Çağırsa gelmez sanmış, sahiplenmeyi düşünmemiş. Bu mama vermeler ayları bulmuş tabii. Bir gün arabanın kapısını açık bulan Pamuk dalmış arabaya. Babam da içinde çocuksu bir sevinçle uçarak geldi o gün eve. Hepimiz çok sevdik Pamuk’u. Zaten nasıl sevilmezdi ki. Dört kişilik ailemiz birden beş kişiye çıktı ama sonradan biri dahil olmuş gibi değil. Yeni bir kardeş doğmuş gibi bile değildi. Sanki hep vardı, ben doğmadan önce de vardı. Babam doğmadan önce de o bahçede babamı bekliyordu sanki. Uysallığıyla tüm mahallenin sevgisini kazandı kısacık bir zamanda. Küçük çocukları kıskanıyordu biraz sadece, kendi de minicikti ya, rakibi olarak görüyor olmalıydı onları. Ah Pamuk, kıskanırdın ama dişlerini geçirmeyi akıl edemezdin. Belki de akıl etseydin de yapmazdın, iyi bir yürektin sen.

Bir gün bir ağlama sesi duyuldu. Bebek ağlaması gibi, tiz. Bahçeye koştuk. Gördüğümüz manzarayı nasıl tarif ederim bilmiyorum. Bembeyaz bir köpek, üstünde kızıl desenler oluşturmuş başka köpekler. Bu desenler iki yerinde. Kırmızı damlıyor yerlere, kalbimle karışık. Beni kırmızı tutar, düşüp bayıldım geçmişte iki kere. Bu kez bayılmıyorum. Telefonuma sarılıyorum, veterinerleri arıyorum tek tek. Günlerden Pazar, hiçbiri açmıyor. Veteriner arkadaşımı arıyorum, yüzlerce kilometre uzakta. Yüzlerce kilometreden medet umuyorum. Tarif ediyor yapmam gerekenleri, kırmızıyı temizliyorum kendi ellerimle. Pamuk’u çok sevdiğim halde ona daha önce hiç sarılmadığımı fark ediyorum. Şimdi sarılsam olur mu? Olmaz. Canı yanabilir. Köpeklerden korkuyorum o ana kadar, sadece Pamuk’un başını sevmişim birkaç kez hayatımda. Artık korkmuyorum, kırmızı da tutmuyor. Yarım saatte bir kontrol ediyoruz yaralarını, pansumanı tazeliyoruz. Kırmızı damlamıyor, durdu. Seviniyoruz babamla, sevinçten ağlıyoruz birbirimize göstermeden. Pamuk gözümüzün içine “Daha buralardayım, merak etmeyin.” der gibi bakıyor. Sen güçlüsün kızım, diyorum. Sen bir iyileş kucağımdan indirmeyeceğim seni. Sabaha karşı uykuya dalıyorum. Gözümü açıyorum, saat 07:00. Koşuyorum yanına, Pamuk yok. Babam yok. Kırmızılar silinmiş. Baban gömmeye gitti, diyor annem. Babamı düşünüyorum. O hepimizden çok seviyordu onu, diyorum. Elleriyle nasıl gömecek toprağın altına, diyorum. Aklıma tekrar ona hiç sarılmadığım geliyor. Gözlerimden yaşlar boşanıyor. 

Bu dünyaya ait olan sendin Pamuk. Sen bu resmin kendisiydin. İki senedir yoksun bak. Senden sonra bir köpek sahiplendik. Yavruydu, dört günlük. Onu gördüğüm gibi kucağıma alıp göğsüme bastırdım. Şaşırdı annem, herkes şaşırdı. Onu ellerimle yıkadım, ellerimle besledim hep. Sen giderken bana çok şey öğretmişsin Pamuk. Sen ne güzel bir şeymişsin.