“Önce oturacak bir yer bulalım, anlatırım her şeyi” dedi, daha ben hiçbir şey söylemeden. “Nereye gidiyoruz” sorusunu da soramadım, çünkü gereksiz bir laf etmiş olacaktım ve tam da o anda, Ersin’in sert bakışlarına maruz kalmam kesinlik kazanacaktı. Büyük olasılıkla cevap da vermeyecekti. Diğer yandan bir an evvel konuşmak istiyor, bunu açıkça söylemek yerine hızlıca yürüyerek gösteriyordu. Ona yetişmeye gayret ederken muziplik olsun diye bir an olduğum yerde durup insan selinde yitip gitmesini izlemeyi düşündüm. Karşı koyamadığım bir merak beni bu davranışımdan menediyordu. Ersin’in hâlinde bir başkalık vardı, o söylemese de bu durum açıkça belli ediyordu kendini.


Karşıdan Kadıköy Vapuru ile gelmiş, onu rıhtımda karşılamıştım. Altıyol’da boynuzları ile bize hamle yapmaya niyetli öfkeli Boğa’yı umursamadan tramvay raylarını takip ettik. İnsan kalabalığını yararak yol almak hızımızı iyice düşürmüştü. Süreyya Operasını geçince ilk sokaktan sağa yöneldik. Doğrusu Ersin yöneldi, ben takip ettim. Barları, kafeleri ve restoranları arkamızda bırakarak bir sokaktan diğerine, sonra bir diğerine durmadan geçtik. Tekel bayilerinden ve büfelerden Süryani şarabı soruyordu. Bir ara “Her şey bu kadar gerçek iken” dedi ve sustu. “Eee” dedim. “Şuradaki büfede vardı, şarabı alalım sahilde içeriz.” hem soruma yanıt vermedi hem sahile inmek hususunda fikrimi sorma gereği duymadı.


Sol çaprazımıza adaları, sağ çapraza Kayıkhane ile tarihî Moda İskelesi’ni, tam karşımıza da Hayırsız Ada’yı alıp kıyıdaki yığma kayalardan birine oturduk. Manzaramıza ada vapurlarının dahil olması ya da ayrılması sorun değildi. Güneşi kadrajımızın kuzeybatı yönündeki üst kenarına yerleştirdik. İki saat sonra turuncu top batıda denizin sırtında kaybolurken bize veda edişine hangi duygularla karşılık vereceğimizi şimdiden söylemek zordu.


Ersin ikinci kadehten ilk yudumunu aldıktan sonra gözlerini Hayırsız Ada’ya sabitledi. Sol gözünü kapadı, sağ gözüyle adayı vuracakmış kadar kısıp dikkatle baktı. “Her şey gerçekti, ama her şey. Kesinlikle abartmadan söylüyorum, hiçbir şey bu kadar gerçek olamaz. Uzun süredir görüşüyoruz. Beş, belki de altı ayı buldu. Buluşmalarımız sırasında sohbetlerimiz saatlerce sürüyor, genellikle okuduğumuz kitaplar üzerine konuşuyorduk; Platon’un Devlet’ini yeniden yazıyor, Mevlana ile Şems’in sekiz asır önceki buluşmasına tanıklık ediyor, Bedrettin ile yoldaşları Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal’in destansı yolculuklarını hayretle ve heyecanla alkışlarken hazin sonlarını sessiz bakışlarımıza misafir ediyorduk. Semerkand gecelerinde Hayyam’a şarabımızla eşlik ediyor, sonsuz semada yolculuğa çıkmanın ve yeni yıldızlarla tanışmanın hazzını birlikte yaşıyorduk. Sabahattin Ali’nin yeşil mürekkepli kalemiyle onun küçük defterinde geleceğe kısa notlar bırakıyorduk. Bu buluşmaların tümünden büyük keyif almış hâlde bir daha ‘buluşmak umuduyla’ ayrılıyorduk. Umut eden daima bendim aslında; umudun karşılığı ‘görüşürüz’ olurdu onda.”


Sonbaharın akşam serinliği kendini iyiden iyiye hissettirmeye başlamıştı. Şarap damarlarımızdaki al sıvıyı yeterince harekete geçirmiş olacak, serinliği pek hissetmiyorduk. Ancak kıyıda oturanlar birer ikişer usulca kalkıp yol almaya başlamışlardı.


“Çok sık görüştüğümüzü söylesem yalan olur.” diyerek iç geçirdi, sonra anlatmaya devam etti. Ben yokmuşum gibi kendi kendine anlatıyor, sakince konuşuyordu. “Genellikle haftada bir görüşüyorduk, bu sürenin bazen iki üç haftayı bulduğu da olurdu. Bu görüşmelerin sonunda bazen beni arabasıyla eve bırakır, ben duruma içten içe güler, sanırım biraz da tuhaf karşılardım bu durumu. Belki o yüzden gülerdim. Ama zaman değişmişti ve bir kız da erkek arkadaşını evine pekâlâ bırakabilirdi. Zaten ben de bu durumu bir süre sonra gayet normal karşılamaya başladım. Görüşmelerimiz devam ettikçe zamanla duygularımın kontrolünü kaybetmeye başladığımı hissettim. Şimdi düşününce kontrol etmek gibi bir isteğim olduğunu sanmıyorum. Neden öyle bir çaba sarf edecektim? Bilmiyorum, belki korktuğum için...” Sustu, sessizliğin çoğalmasını bekledi. Denizin yüzüne yapışan kızıl gökyüzünü yararak giden ve bir düzlüğü andıran denizin yanağında kırışık çizgiler bırakarak ilerleyen yelkenliyi bakışlarımızla kısa süre takip ettik.


“Cadde’de bir muhallebicide otururken farkına vardım. Sanırım her şey ilk o gün başladı. Vitrin camını aydınlatan solgun sarı bir ışık yüzüne ön çaprazdan yumuşayarak düşüyor, yüz hatları bu ışıkta bir bebek teni kadar taze ve güzel görünüyordu. O konuştukça ben dinledim, yok yok, hayır dinleyemedim, onu izledim. Gözlerini ilk defa bu kadar yakından görüyor, bakışlarımı uzun süre ela gözlerinden ayırmadan büyülenmiş bakıyordum. O günden sonra duygularımın dönüşümü usul usul devam etti.”


Ersin üniversite son sınıfta, İngilizce Öğretmenliğini okuyor. Üç beş dersten kaldığını biliyordum. Anlayacağınız son sınıfın ikinci yılındaydı. Ailesinin maddi durumunun iyi olmadığını dillendirmeyi pek sevmezdi. Babası, Ersin yedi yaşında iken sokak ortasında radikal örgüt tetikçileri tarafından vurulmuştu. Üniversitede okurken yaz tatillerinde mutlaka çalışır, okul dönemi için birkaç aylık harçlık biriktirirdi. Gerisine amcaları destek oluyor, biri devletten diğeri özel bir kurumdan aldığı burslarla geçiniyordu. Ailesi ve geçmişi hakkındaki soruları daima geçiştirirdi. Bu konudaki ısrarlı sorulara ise hoşuna gitmeyen durumlarda daima yaptığı gibi kaşlarını çatarak tepki verdiğine şahit olmuştum. Fazlaca içe dönük biriydi. Gönül işlerinden söz ettiğini hatırlamıyorum. O sebepledir ki bugün pek bir şaşkınlık yaşadığımı, aynı zamanda merak ettiğimi ama bunu kesinlikle belli etmemeye çalışarak, böylece tüm hikâyeyi dinlemek istiyordum.

Gün batmış, hava iyice serinlemiş ve bizden başka kimsenin kalmadığı kıyıda başıboş gezen birkaç köpek ile kayaların üzerine bırakılan mamaları yiyen beş on kedi vardı. “Sokağa çıkma yasağı başlamadan eve varmamız gerekiyor, üstelik ben karşıya geçeceğim.” deyip çevik bir hareketle ayağa kalktı.


Ersin’in anlattıklarına bakılırsa yaşadıkları tabii ki gerçekti. O asla hayal dünyasında yaşayacak biri değildi. Ama bu gerçekler onda olmadık bir sona doğru gidiyor. Ben de merak etmiyor değilim. Belki başka bir gün hikâyenin geri kalanını da anlatır.