küçük bir çocukken kötülüklerden habersiz, dondurmanın gerçek mutluluk olduğu zamanlar ve gülmeye hevesliyken birden ve aniden varlığını fark eden, ellerine, bacaklarına bakıp gökyüzünün sonunu görmeye çalışan, koşarken yüzüne çarpan rüzgarı hissedip elleriyle tutmaya çalışan bir çocuk gibi ansızın duraksamalar yaşıyordu gecenin tekinsiz saatlerinde. bir nefes alıyor, ardından göğsünün iniş çıkışını düşünüp kederleniyor; keder ona, bu sessiz gecenin usul usul ilerleyen dakikalarında ağaçları ve savrulan saçlarını, boş yolu, camları hafiften tırmalayan gözyaşlarını ve serbestçe dolaşan hayaletleri anımsatıyor. bir nefes daha, pencereye bakış -koyu bir lacivert sanki adını sayıklıyor, sanki oraya gitmeli, oraya aitmiş gibi- ama orada hiçbir şey yok ki. birkaç gazın sıkıştırıldığı atmosferin halısı, birkaç bulut çözülmesinden ve ara ara görünen, yanıp sönen parıltılarıyla yıldızlardan başka hiçbir şey. yine de bakmaktan, tinsel bir uzaklaşmadan ne zarar çıkabilirdi?

keder, bir insan şeklini alacak olsaydı o anda binlerce yaşam tatmış kısa boylu bir kızı görürdük. ağzına kadar öfke dolu, yorgun ancak dinlenme fırsatı verilmemiş ve bu kızı, şimdi yatağından pencereye bakan silva'nın üzerine tünemiş ve tüm varlığını; varoluşundan itibaren ve gelmeyecek sonunun taşıdığı bütün mental yüklerini silva'nın bedenine saldığını görürdük. rahatlamış, bırakmış, saçları belinden silva'nın bacaklarına sarkmış, yüzü tavana bakıyor.

silva eziliyor ancak küçük yaşlı kızın farkında değil. onu görebilseydi bir şekilde uyuyabilmenin yolunu bulur, huzurla kapardı gözlerini. ancak görmek, hissetmekten daha mı iyiydi? bunu kimse bilmiyordu. silva da bilmiyor, yalnızca bu "varoluşsal" yüklerin, bu keder bombardımanının gelip geçmesini, nehirden geçermiş gibi yavaş ve her seferde bir adım ata ata karşıya geçeceğinden emin olma isteğiyle dolup taşarcasına eli kalbinde, solup yitmesini bekliyordu.

bu bakışın, ağaçların havada dans edişinin, lacivertin boğucu büyüklüğünün ve yolların günahlarından arınışını bölen bir titreme oldu, öyle ani gerçekleşmişti ki silva'nın kalbi bir ritim atladı ve onu aniden ayaklandırdı. masanın lambası bir milim yerinden oynamıştı. başka bir titreme, başka bir hareketlilik. sanki uzaklarda, çok uzaklarda savaş başlamıştı; savaş gemisi limana taş salmış ve bombalamaya girişmişti. bir bomba daha. silva bir adım geri çekilirken ağzı açılmış ve gözleri sonsuz lacivertten, kubbelere, çatılara, yanan mumlara, sisli ve puslu havada gölgelenmiş dağlara doğru uzanmıştı. elleri hala kalbindeydi, sanki yaşadığını hissetmeye ihtiyacı varmış gibi. anın anlamsızlığına akıl erdiremiyor; sanki bir sonraki bomba, içinde bulunduğu beyaz duvarlara büyük bir öfkeyle çarpacakmış gibi bir hissiyatla dolup taşıyordu. bir saniyede oluyordu bunlar. başka bir çarpışma, sanki birileri karşılık veriyor ama tempo ve sesin havada yarattığı o derin tonu değişmiyordu. bir başka sarsılma yaklaşıyor şimdi. dehşet içinde, yerinden kımıldayamayan silva, asırlar sürmüş gibi hissettiren dakikadan sonra anlıyor, deprem oluyor. bombalar sıklaşmış gibi hissettiren, evi sarmalayan bu oynama; sonunda bir tanıma uyabiliyor: deprem. bunun ona verdiği tek şey, bombanın onun evine düşeceği korkusu üzerine bir saliselik bir rahatlama. herkes onunla sallanıyor. insanlığın değişmeyen kuralı gibidir bu: yalnız hissetmemenin kısa süreli rahatlığı.

şimdi öyle çok sallıyor ki toprak onu, olduğu yere düşüyor. çatı katında oturduğu binada şimdi kaçabileceği bir yer düşünüyor ama bir yararı yok. o inene dek merdivenler onu yutacak, basamaklar birer giyotin bıçağı gibi sırtına ineceklerdi. sırayla, teker teker, tereddüt etmeden. burada olmalı diye geçiriyor içinden. yatağına geri giriyor ve heyhat, hiçbir şey geçmiyor şimdi aklından. ne bir dehşet kıvılcımı ne de yok olma korkusu, ne hayatını izliyor uzaktan ne de sevinç duyuyor. eli hala kalbinin üzerinde, gözlerini kapatıyor. gözlerini kapattığı anda, biz saf dışı kalıyor ve ruhundan neler geçiyor, kendi içinde ne diyaloglar kuruyor, bilemiyoruz. çok uzun sürmüyor uykuya dalması.

ancak onun bilmeden uykuya daldığı şeyi yalnız biz biliyoruz: ne deprem vardı ne de savaş. silva'nın tek hissettiği elini hiç üzerinden çekmediği kalbinin gümbürtüsüydü. bunu öyle bir dozda yaşamıştı ki yaşadıkları gerçeği çarpıtıyor; ona böyle bir dünya sunuyor, böyle geceler yaşatıyordu. sınırları çoktan aşan acıdan, kederden ve durgunluktan doğan, kendini yok etmeye yüz tutmuş benliğini durdurmaya çalışan ruhu ile birlikte.