Gerçeküstücülük kuramı, 20. yy.da felsefe, edebiyat ve sanatta bilinçaltının önemini vurgulayan anti-gerçekçi bir akım olarak ortaya çıkmış ve sözcüsü kabul edilen Breton’un yayımladığı ilk bildirge ile 1924 yılında kendini ilk olarak göstermiştir. Sonraki yıllarda modernizm ile ilişkilendirilen en etkili akımlardan biri haline gelen gerçeküstücülük, hayal gücünün toplumsal geleneklerden ve aklın kontrolünden bağımsız olarak ifade edilmesi fikrini esas almıştır. Psikanalitik kuramın öncüsü kabul edilen Sigmund Freud’un bilinç, bilinçaltı, rüyalar ve yaratıcılık üzerine yaptığı çalışmaların etkisiyle oluşmuştur. Sanatçı bilinç altındakileri dışa vurarak eserini oluşturur. İnsanı yönlendiren aklı ve mantığı değil, iç güdüleri, yani, bilinç altıdır. Gerçeküstücülük kuramına göre edebi eserde bir kişinin iyiliklerinin yanında kötülüklerinin, ahlaklı davranışlarının yanında ahlaksız olanların da bulunması gerekir. "Gerçeküstücülük ister söz ister yazı ile ya da başka bir yolla, düşüncenin gerçek işleyişini ortaya çıkarmak içim başvurulan, içinden geldiği gibi yazma yöntemidir. Bu, aklın denetimi olmaksızın (rüyada olduğu gibi) her türlü estetik ve ahlak kaygısı dışında düşüncenin yazılışıdır.” (Breton, 1924).

          Gerçeküstücülük kuramı, insanın rüyadaymışçasına akıl ve bilincin dışına çıkılarak, düşüncenin olduğu gibi, herhangi bir kaygı içerisine girmeden, belirtilmesini savunur. Kuramın doğuş zemini ve ortaya çıkış nedenlerine bakılacak olursa, iki dünya savaşı ardından geçekleşen bir dizi teknolojik gelişme, insanları bilim yönünden oldukça ileriye taşımıştır. Bu şekilde madde dünyasında hayli çok ilerleme kaydeden toplumda insan, içsel ve manevi dünyada bir o kadar geri kalmıştır. Bu manevi yozlaşmanın bir sonucu, insanın içsel bir açlığa sürüklemiştir. Aynı dönemde ortaya çıkan birçok akım ve kuram gibi gerçeküstücülük kuramı da bu açlığın bir getirisi olarak ortaya çıkmıştır. Sigmund Freud’un bilinç ve bilinç altı konularında yaptığı çalışmalar ve oluşturduğu kuramların, gerçeküstücülük üzerindeki etkisi oldukça fazladır. Freud sanatı bir nevroz olarak görür. Bastırılan ve engellenen duygular, ego ile sanata dönüştürülür, bu da sanatçıyı tatmin eder. Yani ona göre sanat, aslında bilinçaltı, duygu ve ihtirasların sembolüdür. Freud’un düşüncesine göre insanın alışkanlıkları ve istekleri bilinçaltında toplanır. Bu istekler düş, yani rüya ve yarı rüya, olarak çözümlenir ve ortaya çıkar. Freud’un bu görüşü edebiyatta uygulanmış ve bir anlamda bilinçaltının, bilinç alanına olan egemenliği savunulmuştur. Psikanalizin ortaya çıkması ve Freud’un akıl teorileri, gerçeküstülüğe, dünyanın deneysel ve yüzeysel bir biçimde kavranmasının ötesine geçmenin bir yolunu sundu. Freud, günlük hayatın hayalleri nasıl beslediğiyle ilgilenirken, gerçeküstücüler yaratıcı pratik de dahil olmak üzere, hayal dünyasının günlük deneyimleri nasıl beslediğini araştırmışlardır.

          Gerçeküstücü akımın temel ifade yöntemi olan otomatik yazma/çizme, yani bilinç mekanizmasını saf dışı bırakıp çağrışımlar aracılığıyla doğaçlama yazma/çizme tekniği, doğrudan Freud’un serbest çağrışım yöntemine dayanır (Vangölü, 2012). 1924 yılında yayımladığı ilk gerçeküstücülük bildirgesinde Breton, Nerval’in ortaya attığı süper natüralizm kuramının kendi fikirlerini daha iyi açıkladığını, fakat onun yerine gerçeküstücülük terimini benimsediğini yazar ve akımı şöyle tanımlar: “Gerçeküstücülük, isim. Söz ya da yazı yoluyla düşüncenin gerçek işleyişini ortaya koymayı amaçlayan katkısız ruhsal otomatizm. Aklın dayattığı tüm denetimlerin yokluğunda ve tüm estetik veya ahlaki denetimlerin dışında düşüncenin kendini ortaya koymasıdır.” (Breton, 1997). Aynı manifestoda yer alan diğer bir açıklama ise şöyledir: “Gerçeküstücülük evvelce dikkate alınmamış belli çağrışım biçimlerinin üstün gerçekliğine, rüyaların mutlak gücüne, düşüncenin tarafsız oyunlarına olan inanca dayanır. Diğer tüm ruhsal mekanizmaları bir kalemde iflas ettirmek ve yaşamın tüm temel sorunlarını çözmek adına bunların yerine geçme eğilimindedir.” (Breton, 1997). Bu tanımlardan da anlaşıldığı gibi gerçeküstücülük, deneysel yaşam deneyiminin kısıtlamalarına dikkat çekerken her türlü pozitivist yaklaşımın karşısında yer alır; ayrıca, gerçeklik anlayışımızı gözden geçirmemizi talep eden, bilinç ve ruhta deneyimlenip toplumsal alana yansıtılan bir başkaldırı estetiği üzerine kuruludur. 1929 yılında gerçeküstücülük üzerine kaleme aldığı makalede Walter Benjamin, “Bakunin’den beri Avrupa’da hiçbir radikal özgürlük anlayışı olmamıştır. Gerçeküstücülerde böyle bir anlayış bulunmaktadır.” diye yazarken Breton’un ilk manifestoda coşkuyla kutsadığı, ahlaka veya insanlığa hizmet etmek gibi faydacı bir amaç gütmeyen özgürlük anlayışını yüceltmiştir.

          Edebiyat alanında gerçeküstücüler, kelime ve ifadelerin, görünen anlamının dışında asıl anlamını, yani derin anlamını, ortaya çıkarmayı amaç olarak benimsemişlerdir. Bu şekilde ifade ve kelimelerin insan bilincindeki anlamlandırılmasına dikkat çekmişlerdir (Vangölü,2012). Bu anlamlar ortaya çıkarılırken, gerçeküstücü yazarlar genel olarak biçim bozan teknikler kullanmış, dilin anlatım alanını farklı olanaklar sunmak yoluyla genişletmişlerdir. Savaşların olduğu zor bir dönemde insanlığın içinde bulunduğu bu zor dönem ve duruma, aslında, bir karşıt duruş olarak ortaya çıkan gerçeküstücülük, böylesine karamsar bir ortamda oldukça iyimser sayılabilecek bir tutum benimsemiştir. Gerçeküstücüler insan durumunun değişebileceğine dair bir umut barındırırlar. Onlara göre insan kendi özünden uzaklaşmış, ona yabancılaşmıştır. Bununla birlikte, insanın ruhunun derinliklerinde günlük yaşamı sürdürmesini sağlayan mantık, akılcılık ve uyumluluğun ötesinde güçler vardır (Breton, 1924). Gerçeküstücü akımın uzun bir zamandır sürmeye devam eden etkisinin en önemli sebeplerden biri de şüphesiz insanın varlığını hissettiği fakat doğru bir biçimde kullanamadığı, ya da ortaya çıkaramadığı, her zaman erişemediği bu gücün çözülememesi ve aklının, bilincin üstünde olan bu gücü kurcalamaya devam etmesidir.

          Andre Breton, gerçeküstücülük ile ilgili yazdığı bildirgesinde, kuramın temel ilkelerinden biri olarak otomatik yazıyı şöyle açıklar: "Düşüncenizin kendi üzerinde toparlanmasına mümkün olduğu kadar elverişli olan bir yerde oturduktan sonra kâğıt, kalem getirin. Kendinizi elinizden gelen en pasif veya en alıcı duruma koyun. Kendi dehanızı, yeteneklerinizi ve diğerlerinin yeteneklerini bir yana bırakın. Edebiyatın, insanı her şeye götüren hazin yollardan biri olduğunu içinizden geçirin. Önceden düşünülmüş hiçbir konu olmadan çabuk yazın, aklınızda tutamayacak ve yazdığınızı yeniden okumak isteğinde bulunmayacak kadar çabuk yazın. İlk cümle kendiliğinden gelecektir; her saniyede, dışarıya vurmaktan başka bir şey beklemeyen, bilinçli düşüncenize yabancı bir cümlenin bulunduğu muhakkaktır." (Breton, 1924).

Bu düşünceden hareketle görünmektedir ki, otomatik yazıda noktalama işaretlerine, imla kurallarına gerek duyulmadığı gibi, yine ona göre, onları kullanmak tehlikelidir. Çünkü noktalama işaretleri ve imla kuralları, bilinçaltının akışına, bu akışın devamına engel olacaktır. Buna karşın bilinçaltının akışı, herhangi bir nedenden ötürü kesintiye uğrayacak olursa, herhangi bir harf yazılır ve bu harfi takip edecek olan kelimelerin akışı beklenir. Otomatik yazının sonucu, hiçbir zaman aklın, estetik amaçların, ahlâkî değerlerin ve geleneğin denetimine tâbi tutulamaz (Çetişli, 2006).

          Gerçeküstücüler, mizah ve alaya büyük önem verirler; dolayısıyla sanatlarında alaycıdırlar. Hayata ve olaylara karşı alaycı bir tavır içerisindelerdir. Buradaki genel itibariyle amaç, çevreyi, hayatı, inançları yaratan değerler ile akıl ve mantık dokusunu kırmaktır. Zira onlar yeni bir dünya oluşturmak arzusundadırlar. Böyle bir dünyanın oluşturulabilmesi, insanın çıkar ve ikiyüzlülük düşüncelerinden arınması ile mümkün olabilecektir.

          Gerçeküstücülerin temel çağrışım kaynaklarından biri rüyadır. Rüya, insanın iç dünyasının sırlarını yakalama ve çözme imkânı verir; akıl, mantık ve gerçekler onu uzaklaştırır. Rüyalar, uyanıkken yaşadığımız gerçeklerden daha da gerçek görünür. Onlar, aklın bastırdığı bilinçaltı gerçeklerinin sembolik dilidirler. Onda iki yüzlülük, çıkarcılık yoktur. Rüyalar bir korunma ve aynı zamanda yaşamın kötü yanlarından bir kaçış ve kurtuluştur.

          Gerçeküstücülük kuramında karşımıza çıkan dikkat çekilmesi gereken diğer bir husus ise çocukluk dönemine özlemdir. Çünkü çocukluk, insan yaşamının en hür, en serbest, en gerçekçi dönemidir. Breton bu konuda şunları söyler: "Yaşama ne kadar inanırsak inanalım, sonunda gerçek yaşam kendini ortaya kor ve inancımız da kaybolur. Yaşamdan payına düşen şöyle böyle, sıradan bir ömürdür. Düş kırıklığı içinde insan avuntuyu mutlu çocukluk günlerinde bulur. Böylece birçok yaşamı birlikte sürdürme olanağı bulur. Bu hayal içinde tüm güçlükler ortadan kalkar. Öyle ya, çocuklar her sabah kaygıdan, tasadan uzak evlerinden çıkarlar. Her şey hazırdır."(Çetişli, 2006).

        Günümüzde, ortaya çıktığı ve Breton tarafından manifestosunun yayımladığı dönemdeki gücüne bakıldığında, oldukça sönük kalmış durumdadır. Sadece edebiyat alanında değil, resim sanat, heykel gibi sanat alanlarında da Salvador Dali gibi önemli sanatçılar tarafından benimsenmiş olan kuram, günümüzde sık rastlanan eserler veren bir kuram değildir.

        Sonuç olarak Gerçeküstücülük kuramı, Breton ve Freud’un ilkelerini belirlediği, rüya ve bilinçaltını esas alan, gerçeğin ve bilincin üstünü esere yansıtılmasının gerektiğini savunan bir sanat akımıdır. Günümüzde devam edip etmediği tartışılmaya devam eden gerçeküstücülük kuramı, ortaya çıktığı döneme kıyasla günümüzde oldukça yoksundur. Bunun nedenlerinden biri de o dönem olan politik ve toplumsal amacın günümüz sanatçıları tarafından benimsenmemiş olmasıdır. Gerçeküstücülük kuramı üzerine yapılan çalışmalar ve akıma yönelik devam eden yorum ve eleştiriler, onun hem sanat ve felsefe tarihindeki önemli yerine hem de ilerleyen yıllarda ortaya çıkan düşünce ve akımlar için bir gönderme noktası oluşturan söyleminin gücüne işaret etmektedir.

          Rus edebiyatında, yaşadığı döneme denk düşmese de gerçeküstücülük kuramının en güzel örneklerini yazar Nikolay Gogol vermiştir. Henüz o dönemde bu akım oluşmamış olsa da Gogol yazdığı eserlerinde yaptığı kelime oyunları, üslup kaygısı taşımaması, metafizik ögelere yer vermesi, çocukluğuna olan görünür özlem mizah anlayışı gibi unsurlar nedeniyle bu akımın bir örneği olarak görülmektedir. Gogol’un yazdığı “Palto” adlı eserinde gerçeküstücülük kavramının en güzel örneklerinden biri verilmiştir. Sadece Palto eseri değil, Burun, Portre, Araba, Viy adlı eserlerinde de Nikolay Gogol, güçlü bir mizah ile üslup kaygısı yaşamadan, yıllar sonra ortaya çıkacak olan gerçeküstücülük akıma uyan bir şekilde net olarak örnekler ortaya koymuştur. Memur Akakiy Akakiyeviç Başmaçkin (Rusya’da böyle bir isim yoktur. Akakiy ismi hem kendi ismi hem babasının ismidir. Akakiyeviç, Akakiy’in oğlu demektir. Başmaçkin ise eski, köylerde giyilen ayakkabı demektir.) bir palto almak için uğraşmış birçok fedakârlık yapmış, paltoyu aldıktan sonra, hiç saygı görmeyen Akakiy, saygı görmeye başlamış, çaldırmasıyla bir anda kaybetmesiyle eski haline geri dönmüştür. Ölümü ardından hayaletinin Petersburg sokaklarında dolaşması, yüksek memurların paltolarını çalması ise aslında Gogol’un yaptığı kara mizahın çok güzel bir örneğidir. Akakiy, Rus edebiyatında “küçük insan” tipinin ilk örneğidir. Eser yayımlanmadan önce Rus edebiyatında realizm ve idealizm akımının etkisi çok yoğundu. Eserin yayımlanmasından sonra, Rus edebiyatında çok büyük bir aydınlanma yaşanmış, farklı kuramlar ve akımlar benimsenerek, toplumsal sorun ve yaşanan haksızlıkların aslında daha net şekilde topluma anlatılıp, onlarda da farkındalık yaratma düşüncesi ortaya çıkmıştır. (Bayraktar, 1981) Ancak Gogol’un böyle bir amacı hiç olmamıştır. Çarlık Rusya’sını çok sert biçimde eleştirmiştir, ancak bunu öyle bir mizah ile ele almıştır ki aslında eleştirip eleştirmediği konusunda o dönemde tartışmalar yaşanmıştır. Eserin üstünkörü okunması sonrası, “bir memurun yaşadığı talihsiz bir olay” düşüncesi oluşsa da asıl anlatılmak istenen şey, Rus bürokrasisinin ne denli yozlaştığıdır. Eserin analizi yapıldığında yapılan kelime oyunlarının, karakter isimlerinin, olay akışı sırasında meydana gelen ani üslup kaymalarının ne denli başarılı şekilde kullanıldığı, aslında hepsinin altında yatan farklı bir anlam olduğu, bunun akıl ve mantığın değil, üst üslup, yani bilinçaltının bir ürünü olduğu anlaşılmaktadır. Gülünç bir olayın içerisinde hüzün veren ve okuyucuda derin düşüncelere sebep olan durumlar, Gogol’un eserlerinde o kadar ustalıkla belirtilmiştir ki, yalnızca o dönemde değil, günümüzde bile bu ustalığın herhangi bir örneği çok nadir olarak bulunmaktadır.