Hiçbir ilişkisinde dikiş tutturamayanlardanım. Bu sebepten olacak babaannem beni karşısına alıp vasiyetini açıklar gibi;


”Yarın Ganime teyzenin uzaktan bir akrabasıyla buluşup konuşacaksın. Kız senin gibi devlet dairesinde çalışıyormuş. Buna da bir bahane bul da gör bak neler olacak. Bir daha senin yüzüne bakacak mıyım bakalım?” dedi ve ufak bir kâğıt uzatıp ”Burada Ganime teyzenin telefon numarası yazılı, onu ara ve yarın için nerede buluşacağınızı öğren.” komutuyla cümlesini bitirdi.



Babaannemin yaptığı çöpçatanlıktan çok kurduğu emir cümlelerine sinir oldum ama yine de ”Tamam.” diyerek torunluk vazifesinin gereklerini yerine getirdim.

Ganime teyze ile tam olarak anlaştığımızı düşünmüyor olsam da buluşma saatinin 13.00 olduğunda anlaştığımızı varsaydığım ve doğru adres olduğunu ümit ettiğim buluşma mekânına doğru yola çıktım. Basiretsizliğime, beceriksizliğime, kendi işimi kendim göremiyor olmama, bir sevgili bulamamama sövgüler düzerek.


Yolun başında anladım ki bir de bütün yeteneksizliğimin yarattığı olumsuzluklar yetmezmiş gibi sırtımı cehennem yerine çeviren güneş son çalıştığım iş yerimde patronumun kardeşinin kızını beğenmedikten sonra işten kovulduğum günü hatırlatıyordu. O gün de böyle kavurucu bir sıcak vardı ve o gün de ben yine klasikleşen görücü usulü bir hülyanın peşinde seyir hâlindeydim. Ve yine aynı gün eş adayımı beğenmeyip işimi kaybettiğim için de yıpratıcı bir dilemmanın eşiğindeydim. Gelecek teklifleri değerlendirmek ya da değerlendirmemek.

Resmen bütün meselem bu olmuştu. 

Keşke bazen büyüklerimizin dediklerine hayır deme şansımız olsa. Ya da olduğunda büyüklerimiz bunu bir memleket meselesi hâline getirip gurur yapmasalar.

Ama yine bir büyüğümü, babaannemi, kıramamanın başıma açtığı belayla bilmediğim bir yerde hiç tanımadığım bir kızın karşısında buldum kendimi.



Önce her zaman yaptığım bir işi yapıyor olmanın verdiği tecrübeyle elimi uzattım. Rahat tavrım, ‘‘kaşarlanmak’’ diye bir kavram var gibisinden kızcağıza ateş etti adeta.


”Merhaba. Ben Şükrü. Siz de Ganime teyzenin bahsettiği Şaduman olmalısınız. Çok bekletmedim umarım.”


”Tanıştığımıza memnun oldum Şükrü. Evet, ben Şaduman. Çok bekletmedin. Ben de birkaç dakika önce geldim. Zaten gecikecek olsan beklemezdim de.”


Kızın son derece rahat tavırları karşısında kendi rahatlığımı bir kez daha gözden geçirme kararı alarak ”Ne içersin?” Şaduman diye sordum karşımdaki eksantrik kıza.

”Çok tuhaf. Ben hiç böyle hayal etmemiştim. Konuşacağımız ilk cümleler içecek üzerine. Sence de bu biraz garip değil mi?”

Şaduman ile iki ayrı ülke olsaydık hiç oyalanmaz saniyesinde nota verir, ilişkilerimizi maslahatgüzar seviyesine indirir, ültimatom vermeyi düşünür ve bütün ticari ilişkilerimizi sonladırırdım. Ama bırakın ülke olmayı, alelade bir birey bile değildim. Pasif, silik, ezik bir adamdan başka hiçbir halt da olamayacağım. İnsanın kendini tanıması, handikaplarını bilmesi keskin bir kılıcın üzerinde yürümekle eş değer. En zoru da bu!     

     

Şaduman’a haddini bildirmek isterken babaannemin cümleleri bir yansıdan okunuyormuşçasına fısıldandı kulağıma: ”Buna da bir bahane bul da gör bak neler olacak. Bir daha senin yüzüne bakacak mıyım, bakalım.”


”Tamam, senin istediğin gibi yapalım o zaman Şaduman. Ne konuşmak istersin?”


”Gözlerin kahverengi mi Şükrü?”


Gözlerim tam olarak kahverengi Şaduman. Ten rengim gri. Saçlarımın dökülmeyen kısımlarında yer yer beyazlar var. Ama dökülenlerin hâlâ siyah renkte olduğu kanısındayım. Tırnaklarım sağlıksız. Ve geçen gün fark ettim ki yaşlandıkça da herkesinki gibi burnum ve kulaklarım gitgide büyüyorlar. Başka bilmeyi istediğin bir şey? 

Verilmesi gereken cevap tam da bu iken yine babaannemin lanet olası cümlelerini hatırladım ve munis bir tavırla ”Evet, öyleler,” dedim.


Dışarıda hissedilen kırk derece sıcaklığa rağmen ortama kar yağdıran Şaduman’ın tavırlarını sezinleyen garsonun ”Hoş geldiniz efendim. Ne alırsınız acaba?” diyen sorusu ahmakça bir sohbete kısa süreliğine de olsa es verdirtti.

Nitekim her güzel şey gibi huzur veren sessizlik garsonun çay ve churchill siparişlerimizi almasının ardından sona erdi.


”Hiç kız arkadaşın oldu mu Şükrü? Ya da kaç kız arkadaşın oldu? Ve şu an kız arkadaşın yoksa, ki yok ki buradasın. Neden ayrıldınız?”


”Elbette kız arkadaşlarım oldu Şaduman. Anlaşamadık ve ayrıldık. Sonumuz olmadığını düşününce en mantıklısı ayrılmaktı. Biz de öyle yaptık.”


”Hep böyle suskun musundur peki? Sakin, sessiz…

Ya da konuşmayı mı sevmiyorsun? Ben soğuk insanlardan hiç hoşlanmam da. Bir de dikkatimi çekti, hiç enerjik değilsin. Üzerine ölü toprağı serpilmiş gibi bir hâlin var.”


Şaduman’ın beni yermesi bir kenara saçmasapan soruları ve gıcık tavrı zaman ilerledikçe kanıma dokunur oldu.


”Takdir edersin ki hayatımda ilk kez görüştüğüm birisiyle hemen samimi bir sohbetin içine giremem. Bu da son derece normal bir durum. Kaldı ki zaten yeteri kadar da konuşuyoruz. Senin mantık hudutlarını zorlayan sorularına bile makul cevaplar vermeye çalışıyorum. Enerjik olmadığım konusuna da değinecek olursak body jumping yapmıyorum, evet. Ya da durup dururken (işaret parmağımla Porsuk Nehri’ni göstererek) üzerimdeki pantolonu çıkarıp külotçak nehre atlayacak kadar da çılgın birisi değilim. Enerjik olmamamdan kastın buysa sonuna kadar haklısın Şaduman.”


Ellerini ovuşturmasından pervasızlığımın boyutlarından çekindiğini anladığım Şaduman bir önceki sorusuna cevaben kendi özelini de deşifre etmek istercesine:


”Benim de ilişkilerim oldu. Az kişiyle oldu ama oldu yani. En son sevgilimden iki gün önce ayrıldım. Birbirimizi de hâlâ seviyoruz. O evlenene kadar da ben kimseyle evlenmeyeceğim.” cevabını verdi. Ben hiçbir şey sormamışken.


”Peki ya benimle neden buluştun o zaman Şaduman? Madem hâlâ sevdiğin bir adam var, neden birisiyle görücü usulü buluşup evliliğe gitme yolunda adım atıyorsun ki?”


Cümlemi bitirdiğim anda kızgın olduğum kadar şaşkındım da.

”Belki senden hoşlanabilirim diye düşündüm. Buna bir macera gözüyle de bakabiliriz Şükrü.”


Şaduman’ın bu cevabından sonra şaşkınlığım tavan yaptı. Şaşkınlığıma şaşkınlık eklemek istercesine ”Peki ya benden hoşlansaydın?” diye sordum Şaduman’a.


”Bunu bilemeyecek ne var? O zaman evlenirdik Şükrü. Hatta hoşlanmadığımı kim söyledi? Benim adıma kararlar vermemelisin!”


Tarifi imkânsız bir duygudan diğer duyguya doğru sürüklendiğimi hissedebiliyordum. Haddinden fazla uzayan bu muhabbete son noktayı benim koymam gerektiğinin bilincine varınca:


”Peki velev ki evlendik Şaduman. Biz her sevişmemizde üç kişi mi olacağız? Bu evlilikte bana biçilen rol, iki gün önce ayrıldığın herifin dublörlüğü mü olacak? Tehlikeli sahnelerde ben devreye gireceğim ama başrolde hep o şahsiyetsiz olacak. Başka bir arzun?” dedim.


Şaduman, ”Terbiyesiz!” dedikten sonra yarım kalan çayını tişörtüme döküp hiddetle kalktı masadan. Bunu yaparken saatlerdir zırvaladığı saçmalıkları unutup namus timsali kadın pozlarının üzerinde ne kadar eğreti durduğunu görmezden gelip basit bir imza attı üzerime. Son derece basit bir imza.


Şaduman’ın ayıbını üzerimden silme gereği duymadan churchill’imden bir yudum daha alıp kalktım masadan. Görücü usulünden çok gerilimli, gerici usulü bir görüşmenin hesabını ödedim güzel kasiyere. Eve gitmek üzereyken babaannemin emrivaki cümleleri geldi aklıma. Sıcaksular’a saptım. Girdiğim üçüncü tuvaletin kapısının arkasında yazan; “Nasıl bulmak istiyorsan öyle bırak!” cümlesindeki ‘’bulmak’’ kelimesini keçeli kalemle karaladım. Daha fazla şart koşulmasına tahammülüm yoktu. İsteyen istediğini dilediğince yapabilsin istedim. Sifonu çekerken tek düşüncem, babaannemin kararlılıkla sarf ettiği ve beynimde asılı duran emir cümlelerini ne ile karalayacağım düşüncesiydi.



Korkumla yüzleşmek için eve giderken ne olur ne olmaz diyerek sıkı sıkı sarıldım keçeli kalemime. Sıklıkla, kalem en büyük silahtır! Her ne kadar bu genelleme babaanne emirlerini karalamak için geçerli olmasa da.