`:m'ye...`
gençliğinin havailiği henüz geçmiş ve artık kişilikliğiyle köşegenli bir hüzün yerleşik bakışlarında. devrik duracağım derken devrilmiş bir cümle gibi yüzün. ve ona ansızın, yarattığı serbest çağrışımlarla beraber perçem perçem düşen çocuksu kızıl saçların ele veriyor daha çok seni, ah nasıl hem de bilemezsin, bilme de zaten küçüğüm.
dağınık, teferruatsız bir kayboluşun çizgileri var kemikli ince ellerinde. hayatın, helezonik dönenceli ve birbiriyle kesişmeyen yaşamışlıkların parmak izlerinden taşıyor sanki. bak nasıl da sıkı sıkıya kapanmışsın kendine. halbuki, bıraksan, o içine işlenmişlerini, herhangi bir korunaksızlığından yama tutmayan eprimiş benliğin bir kuş gibi uçacak, daha önce hiç tatmadığın yenilere, özgürlüğüne, o el değmemişliğine. ne kadar da yetimsin! kimseler bulmamış seni. ya da kullanılmış atılmış duyguların. kısmetin iş yapmayan bir tezgah gibi kapalı. dudakların kadar gömülü derinlerine derinlerindeki sevgin de. "belki bu karmaşanın içinde olmasan" diyorum, biraz bir başına kalsan belki daha fazla olacaksın, arttıracaksın kendini. tamamlayacaksın olanını bitenini. geçmişini sürüklemesen böyle arkandan, geleceğine kavuşacaksın. öyle sade, öyle metanetli. söylesene, olasılıkların hepsi beklentisizliklerinden daha iyi değil mi? ama sen gönülsüzsün. ya da sanırım yıpranmışlığından dolayı artık çok güçsüzsün. kirli bir gökyüzünün griliği sinmiş sana. çıkartsan atsan üstünden havaların berraklaşacak, aldığın nefes nefese benzeyecek. de; ne zaman bundan söz açsam; "zor işler bunlar kapatalım ne olur bunları" diyorsun. kapalı kalsınlar kapıların gibi istiyorsun. ve biliyorum aslında sen seçmediğin bir hayatı istiyorsun. ve o daha henüz seçimlenmemiş hayatının gözlerinin önünden geçip gitmesini istemiyorsun. ve başkalarının senden (ç)aldığını, sen de başkalarından (ç)almak istemiyorsun. görecesiz görsel içgüdülerin. alına al, moruna `mor`sun. ne dersem diyeyim ben, sen korkularından, hayali sınırlarından hayallerindekileri çıkartamıyorsun. değişemiyorsun. öncesinin, ta eskisinin gözleriyle bakamıyorsun. “değiştik ve farkına vardık kuşkusuz, kırılganlığımızın” diyorsun. intikamını kendinden almışsın ya da sana ne yaptılarsa, faillerini bulamamışsın. kendinden alınca intikamının posası kalmış kalbinde, yanarken yakan o közün. aynı zamanda geçiştirilmiş de kendine verdiğin biçimsiz sözlerden oluşan sözlüğün, hangisini tuttuğunu bilmiyorum ama (b)öylece çığırtkan bir acıdan mayışmışa dönüşmüş özün.
zaman geçmiş fakat tedavülden kalkmamış metaforlarını olgunlaştırmış sadece. hep aynı yerdeliğe saplanıp kalışların bungun. hayat süt liman zannediyorsun kalınca kendinde. gitmeyince başıbozuk kediler gibi başka yerlere. ama çok sarhoşken sorular soruyorsun. hakkını yememek lazım. ama yanlış sorulara doğru cevaplar bulunmaz bilmiyorsun. bu soruların da olmasa ne düşündüğünü hiç bilemiyorum. hayat diyorsun neden bu kadar solgun? detayına inmeyince deltası hep durgun! sanırım cevaplarını yitikliğinde arıyorsun, tarıyorsun da belli belirsiz siluetlerini, hepimiz gibi gerçekten de bulamıyorsun.
rastlaştık vakt - i zamanın birinde. o kitapçıda mıydı? yoksa hatırlamıyorum o sarrafda mıydı? ya da beşiktaş iskelesindeki o deniz görmüş geçirmiş sahil bankında mıydı? ya da başka bir yerde, ama kesinlikle değil o ilkliğin getirisi olan olağan bir tereddütte. büyük şehirlerde, bir düzlemin iki tarafında yer alan ama birbirlerini tesadüfler eseri tanıyan çoğunluğun yaptığı gibi işte. hem, kim başkalarıyla rastlaşmıyor ki? ya da ne bileyim işte, bir şeyler paylaşmadan kaynaşmıyor ki, kendiyle birazcık daha tanışmıyor ki. ama herkes gülerken beraber gülüyor da, ağlarken sen tek başına ağlıyorsun, başkalarıyla karşılaşınca bunu, için acıya acıya, başkalarının içini acıta acıta öğreniyorsun. paylaşılınca azalacağına çoğalıyor(sun) hayat(ta). sende ben(liğ)imle çoğalıyorum. bende sen, sadece birbirine benzemeyen kalabalık yüzler yaratıyorsun. ne kadar zamandır buradasın, karşılaştığımız bu duraktasın? yaşıyorken duru-lu-yorsun, akamıyorsun da işte! bak hep böyle susuyorsun. hoş konuşsan da bir sessizlik kemiriyor cümlelerini. çağıldayamıyorsun da, kendine bile karışamıyorsun. içimden geçenleri dile dökmesen de; tüm cümlelerini, hayallerinin içinden kendine çoraklığı seçerek kuruyorsun. annen seni yoklamaya gelirse ancak toprağa dağılmışlığını topluyorsun. kül tablarınını çöpe boşaltıyorsun. o kızıl kıyamet saçlarını cennetinle özdeşikçe topluyorsun.
bazen, bakıyorum ki, belki de beraber kurduğumuz ortak düşlerimizde bir yere gelmişiz seninle. ve şehir çalıyor orada mavinin renklerinden renklerine. kendiliğinden kopup kopup üzerimize gelen hayat afallatıyor birazcık bizi. sürükleyemiyoruz arkamızdan bir türlü geçmişimizi. eski kabuklarımızdan sıyrılıp yeniden doğuyoruz sanki. bu belki söylenmesi kolay yapması zor bir iş gibi. ama oluyor işte. geldiğimiz yerden mi, hayatlarımızın bu düşsel dönemecinden mi, senden mi, benden mi, tenlerimizi ışıldatan terlerimizden mi? neydi, var eden sahi sevgimizi? ta(nı)mlamasını aşkın matematiğiyle yapamıyorum ki. dar açılı üçgenlerimiz ve birbirine paralel iki doğrusal gibi sonsuza giden belirsizliklerimiz var. yoksa çözümsüzlüklerimiz onların yüzünden mi? uyanıyorum sonu başından belli bu düşten, şaşırtmıyor artık gerçek hayat sonrasında beni.
beni saymazsan, hangi ölümlünün dudağında sıkıca mühürlüsün? henüz söylenmemiş hangi öznesiz cümlelerinin neresinde anlamlı bir sözsün? bana soracak olursan açılımını kaybetmişsin, karmaşıksın, kördüğümsün. kediye özenip yumağını iyice dağıtıyorsun. ve bu karmaşanda sanırım sen sadece kendine çözüm(süz)sün. biteviye olmayan ve bitmeyen ne kalmış senden? olur ya, bir gün belki gene gelirim demeden, sevginden, bekleyişlerinden sebeplenmeden, kimler geçti de gitti değerini bilmeden? karşına hep kötüler mi çıktı? ya da sen mi gittin onları buldun? ama, sana sormadığım soruların cevaplarını söyleme bana ne olursun, böyle daha kusursuzsun ben bunları bilmeden. düşkünlüğün ortaya çıkmasın iyice. üzülüyorum zaten sana, sensizliğinle tanıştığım günler geçtikçe anlasana.
içimden biliyorum, dışından değil bu uzaklığın. ne kadar hırpanileşmişsen o kadar uzaklaşmışsın başkalarından. yalın yanın olsa olsa ilkin yalnızlığın. iklimin değişiyor ve fakat eksilmiyor sürekli sağanağa çevrilen o değerli gözyağışların.
bak gene beraberiz. yanyana olmasak da beraberdik aslında. tanışmadığımız zamanlarda da. senden ne kadar uzaktaysam o kadar yakınımdaydın da. ancak ve ancak bütünleştikten sonra anlamlandı, öğrenilince o da. doğruları bula bulamaya, geldik durduk işte yanyana, başka başka hayatlarda.
bugün ne kadar da dingin bir pazar günü. belki alan olur, güncesine henüz acı katılmamış, yazgısına anlamsızlıklar yazılmamış bir gün ne de olsa diye düşüyoruz, dışımızda arıyoruz kendimizi ve içimizde çatallaşan dümdüz yollarda. gene o meyhanenin önünde buluyoruz bedenlerimizi. - çoğalınca o kadar tasa normal aslında- bir bezginlik hali ikimizde de, olsun varsın ne olacaksa durumlarındayız. içindeyiz önünde durduğumuz meyhanenin ve oturduk hatta. tahta bir masa ince belli bardakların, kuğu boyunlu sürahinin ve kül tablasının altında. biz de yanlarında, karşılıklı, ikiye bölününce eşitleşen imgelerimizle. uğraşılarımız ve birbirimize ulaşma çabalarımızın sonuçları küsuratlı biraz ama olsun değer(li) gene de senin içi boş cüzdanın çok katlı, benim dışı dolu bedenim azcık hastalıklı. umarsız bir garson, servis yapıyor. masa öyle zenginlerinki gibi donanmıyor ama bu beyaz peynir de rakıya pek bir güzel yakışıyor. sen bunu umursamıyorsun ama her şeye bir kulp takan benim için yeterli bu. azlıkla eğitilmiş bünyenin, her olanaksızlığa karşı sergilediği rutin rahatlığı belki de. "garson hesaba yitikliğimizi yazsa ne olur yazmasa ne olur" diyorsun. beni güldürüyorsun. günün ilk kahkahası bunlar. kulaklarımızın da aşina olmadığı bir şey aslında. ama sen böylesin işte. yerli yersiz, geçiyorsun gülümsemeye. gerçekleşmeyen geçişik umutların pespaye kalmasa, hepsi de ah keşkeliğinden çıksa daha -mı- iyi olacak sanıyorsun, bu gülümsemelerin olmasa. ama bence birazcık yanılıyorsun. dudak bükmelerine önceleyin kendin aldanıyorsun. oysa ki gülmek de var ansızın bir karaya batıklığın en olmadık yerinde.
"aman boş ver hayat zaten bir oyun" diyorsun. ve önündeki sek rakıdan bir yudum alıyorsun. sigarandan hareli dumanlar savuruyorsun. sanki hiç bir şey olmamış, başına baş tacı edilmeler gelmiş gibi davranmaya çalışıyorsun. görüntüne bakarsan hercaiymiş gibi görünüyorsun. biliyorum da belli etmiyorum ama fark ettirmesen de ağlamamak için kendini zor tutuyorsun.
dayanamıyorum, bu boş vermişliğine. sanki seni kurtaracakmışım gibi kendiliğinden. ne olacak diyorum bu kadar olmayanların içinde, hep sen, gene sen, illa da sen. gerisi benliksizlikler. ben dedim de; kendimden bahsetmeyi sevmiyorum bilirsin. nedeni belirli sarmal bir burkuntu midemin olduğu yerde. çocuklukta ve gençlikte ve şimdilerde. hep benimle el ele adına ne dersen desinlikler de.
düşünmemek için içiyorsun. içince erteleniyor sanıyorsun ama sen hep kalıyorsun dertlerinde. “kalk `gidelim buralardan`” diyorum; artık durulmaz bu yalnızlıklar şehrinde, bak senin gibi ben de boğuluyorum. ama sen gelmiyorsun, sensiz gidemeyecek olan benimle. ve daha çok korkuyorsun bir birbirine karışmışlık, anlaşılmazlık, tutamsızlık, umarsızlık, ertelenen biletlerin yolculuğu hep sözlerinde.
istenç yapımı duvarlarına yazdığın yazılar, mağaralardaki resimlerin basitliğiyle ya da bir çocuğun içi boş çizgileriyle çok şeyler anlatmasıyla özdeş. öyle içten, öyle sade(ce). ve hepsi de; dolambaçsız yollardan geri sana dönen, kendine gönderdiğin mektuplara benziyorlar. anlamsızlıklardan özenle çizdiğin karabasanların, üzerinden nahifçe geçerken izlerini pek de belli etmiyorlar.
kalkıyoruz, masada dağınıklığımızı bırakarak. hayatımızdakileri de arkamızdan bir toplayanımız olsa serzenişiyle. belki de gün gelecek herkesin haklılığı kendinde saklı tutulacak ve bu düşe düş dağınıksızlığı masadan son kalkanımız toplayacak. bu sarhoş kafalarımızı hep söylenmedikçe bilemediklerimiz aklayacak. ve sen sonra dışarıda, biz görmezden gelsek de var olan kalabalığımızda koluma giriyorsun. yürüyorsun yürümesine de, sadece sarhoşken başkalarını yanına kabul ediyorsun. bence sen; envai çeşitli ve tek bilinmeyeli denklemsin. çözülmemişliğinle biçimlenmişsin. bulununca sonucun değerini yitirecek gibisin. geliyoruz, diğerine benzemeyen farklılıklarına şaşırarak ezbere bildiğimiz yollardan eve. kapıların arkasındayız artık. sadece sen ve ben kalmışız yıkamadığımız duvarların içinde. ama bir yandan da tek kadar da tek başınayız. aramızda yaşamlar, insanlar, kalabalıklar, peşimizi bırakmayan yaşanmışlıklar. birdenbire, o hisretik ağlama krizlerinden birine yakalanıyorsun gene. sana bol bol şiir içirince yatışıyorsun ancak. sızılardan damıtınca ruhunu, lal renginde sızıyorsun, uyuyorsun. artık iyi ve kötü rüyaların ötesindesin birkaç dakika sonra. bu çirkinliğin içinde uyurken ne kadar da güzelsin! anlatıyorum seni sana, tam şu anda olabildiğince kendinsin. duy(m)uyorsun beni belki de, hoş normalde de söylesem kabul etmezsin ama ben sana gidiyorum, sen de benimle gelir misin?