Bana şimdi sen hangi ölümü yakıştırıyorsun?

İki kişilik bir yalnızlıkla, 

Yalnızlığı şakaklarıma, damarlarıma zerk ederek

Nevrozlar gömleği giydirerek yahut

Pervazlarda beklemek lütfu (!)

bahşederek mi?

Sözler içinde bir söze tutunup

Yağmurlar varken, yağmurlara rağmen

Gün batısı rüzgârla yetinmek mi? 

Ya da geç tüm bunları!

Namütenahi bir hevesle

Hanidir intiharın eşiğinde olmakla mı 

Yakıştırıyorsun beni ölümlere?

Tut ki ölmüşüm. 

Üzerimde mazinin ölü tozları.

Üzerimde kadim zamanlardan bir kaygı.

Ona rağmen paçavra mesabesinde etiketler. 

Utanılacak şeyler...

Acı çekme üslubu edinememişken ben,

Ancak payıma düşen

Tanıklık edilmeyen köşebentlerde ağlamaktır. 

Çün ağlamak ruhumun tanımını değiştiriyor.

Yeniden tanımlıyor beni.

Ve tekrar yaşamağı sırtlıyor.

Şu yaşamak yükünü sırtladığımda anladım, 

Yaseminlerin sulanmayınca öldüğünü.

İçimden kopardığın bir itiraf değildi.

Bu bir felaketin habercisi, 

Bir yardım çığlığıydı.

Laftan anlamaz, yarım kalmışlıklara sürükleyen bir felaket.

Kavradım ki;

Eksilen her şey geride bir boşluk bırakır.

Bir yara izi gibi,

Bir ayak izi karda, 

Bir eksiklik ısırılmış ekmekte, 

Bir kayıp koca zamanda.