Tuttuğum yolların ayrımlarında beklemekten yolda olduğumu unutur hale gelmiş, çizdiğim yolların virajlarında uçurumlarla can vermiştim. Yol şarkıları dinlemiş, gideni bekleyen, bekleyene giden kişilerden olma hevesiyle otobüs camının zelzelesine kapılma başımı hayallere koyvermiştim. Henüz bilmiyordum öldüğümü. Münferit bir işkence sanıyordum aklımın tutukluğunu. Karla kaplı yeryüzüne henüz el değmemişken, yol ile yolcu arasındaki görsel bağ yitince anladım yoldan olduğumu. Yoldan olduğumda yoktan var oldum tekrar. Yol çizecek takatim yoktu artık, yol bulacak kadar bile. Kaldırım taşıyla toprak alan arasındaki ayrımı ortadan kaldıran kar bana yol olmadan da ilerlemeyi öğretti. Yönü bilmenin yoldan önemli olduğunu fark ettiğimde anlamını yitiren sınırları da zamana gömüp çizdiğim tüm haritalarımı yaktım. Artık biliyorum ki yönünü bulan, yol aramakla uğraşmamalı. Önce yönünü bulmalı. Kendi kâbesini bilmeli. Aramakla bulunmaz belki ama bulmak isteyen aramalı.