Gökyüzü griydi. Belki de bugünün anlamıyla özdeşleşen bir hüzün vardı bulutlarda. Bomboştu banklar. Sessizdi şehir ve hiç olmadığı kadar kasvetli... Sadece martıların sarhoş çığlıkları duyuluyordu. Şehir bir sonu haykırıyordu kendi lisanıyla.

Dalmıştım. Kafamın içinde serkeş bir uğultu... Film karesi canlılığında birbiri ardına zihnimi yokluyordu anılar. Geldi. Yorgun bir sesle selam verdikten sonra yanıma oturdu. Biliyordum olacakları. Konuşmakla konuşamamak arasında kalmışçasına yüzüme baktı. “Ben yapamayacağım, sen başla.” der gibiydi. Bir an gözlerimiz buluştu. Sonra boşlukta kaybolup denizi seyre daldı gözleri. Sonu elinden geldiğince ertelemeye çalışan insanların metanetiyle sustuk. Aramızda duvar oldu sessizlik. Konuşamadıklarımızı gömdük Haliç’in sularına.

“Gitme.” dedim dudaklarımdan ıslık gibi çıkan ölgün bir sesle. “Gitme! Sensiz taşıyamaz bileklerim hayat yükünü. Umudum, yarınım, kadınım gitme! Sen olmazsan bu şehirde yok olurum, kaybolurum. Al yüreğimi nefretinle erit, yeter ki gitme! Sensiz bırakma beni bu arafta. Biraz daha kal. Gitme! Ne söylediysem unut. Kırdıysam affet. Sessizliğimi boğ. Derime kazı adını. Gitme!”

Yüzüme böyle ifadesiz bakmamıştı hiç. Öylece kalakaldım. Gidiyordu bahar kokulu sevgilim. Benimse payıma kabullenmek düşüyordu sadece. Kararan gölgesi yavaş yavaş kayboldu zamanın içinde. Dudaklarımı kanatan o kelime hep içimde yaşadı o günden sonra. Yitik, yıkımlar sırtlanmış o kelime: “Gitme!”