Şu vale gibiydi bekleyen. Bilmiyordu henüz kara toprağını bekleyen ölüleri... Kaybedecek kadar sahip olduğu bir şeyi yoktu, bilmiyordu o yüzden, özlemeyi...

Ummayı ve unutmayı.. Memnundu hayatından, işini seviyordu. Her yeni araba, yeni bir hayat gibiydi, sanki bir su kaynağı başından suyu içmek gibiydi. Kısacık sürelerle küçük mutluluk yudumları gibiydi. Bazen bir çiftin şen şakrak inişi, bazen çocuk dolu bir arabanın açılan kapısından dökülen cıvıldamalar, bazen düşüncelerine gömülmüş kafasını çarpmadan kapıdan çıkaran bir siluet, onda pek çok görüntü yapardı, sonra zihninde kağıttan kesilmiş çocuklar gibi el ele tutuştururdu onları... Her şey kolay, akışta, akarken, o izleyen olmaktan da memnundu. Bir kere dahi arabaya binip, uzaklara giden olmak gelmemişti hatırına. Şimdi düşünüyor, ya giden olsaydı, dönecek miydi tekrar. O zaman kim izleyecek, kim kaydedecekti gelip gidenlerin öykülerini... Bir şovalye gibi, otoparkı koruyan da olmalıydı...


Neden sonra bir gün, bir öğle öncesi saat 11.00 civarı olmalıydı, bir araba geldi, gölgeden. Sanki saat güpegündüz sabahtı da, araba geldikten sonra her yer degrade oldu, görünmez bir bulut kaldırımları örttü. Hava görünmez oldu, nefes alınan havanın molekülleri bile sanki kalın, geçmez geçirilmez oldu ciğere... Öyle bir gündü işte.

Gölge gibi indi şoförü. Havayla bütünleşti. Hem ağır hem hafifti. Sanki bir canında çok can vardı. Sanki hem çocuk hem yaşlı, sanki hem genç hem değil, hem var hem yok gibiydi. Öyle sessizdi hareketleri.

Vale gibiydi sanki. Hem vardı hem varlığı kanıtlanamayandı. Bir kaldırdı başını iki baktı sanki. Kuşe bir kağıtta iki safir gibi...

Bir anahtar kayıp gitti elinden, valenin eline. Tek söz söylemediler ve gülümsemediler. Sırf öylesine yapılan dış diyalogların hiçbiri cereyan etmedi. Ama bir rüzgar geçti valenin içinden. Kayan bir yıldız, bir halley... Ardında yıldız tozları uçuştu. Anahtar elinde, anahtar elinde değil. Bir arabanın dışında, bir içinde, hangi sırayla olduğu mühim değil. Vale arabayı park etti.


Nefesledi havayı, içine çekti. Tütün kokardı, sanki yazgısı buymuş gibi. Kalın, künt aynı zamanda nasıl ince ve yumuşak olabilirdi hava. Şoförün koltuğunda, eliyle koltuğu kavradı, birinin kolunu tutar gibi. Kenevir yağı ile nemli yumuşak , kaydı avucu ileri geri. İnsanımsı bir koku , burnuna koltuğun derisiyle karışıp yuvalandı. Burun ucunda bir iz gibi. Direksiyonu okşadı az evvel dokunanın, parmak ucuna değmiş gibi... Ürperdi ve tanıdık hissetti. Aynada kendi izini sürer gibi parmak ucu ile şekil çizdi. Arabayı park edecekti, kısa bir kaç dakika öyle çok geldi. Onu park yerinin en güzel yerine park etti.

Bir süre kaldı içinde, sanki araba kendi içinde bir yere park etmiş gibi, teker izlerini hissetti derisinde... Arabadan çıktı.


Yeni gelen arabanın sesi daha önce girdi otoparka. Arka camlar yarı beline kadar açık, iki çocuk kafası taşıyordu dışarı, sanki gülümsedikleri kadar açtıkları ağızlarından havayı ve dahi tüm hayatı emer gibi.

Cıvıldak kuşlar gibi, birbirlerine dolanarak sekerek zıplayarak indiler arabayı. Minimal diyaloglar,

-kaç gibi alırsınız,

-herhalde bir üç saat kadar buradayız.

Park etti arabayı, iki araba boşluğunun arasına.


Gitti...


Geldiğinde her şey yerli yerindeydi ve dağılmıştı da güpegündüz... Acunu yıkılmış da yeni dünya kurulmuştu. Sanki dünya verdiği sözü unutmuş da başka bir şey oluvermiş gibiydi.

Hangisi olmuştu önce, sanki zaman donmuş, unutulmuş, ama O fırlamış ötesine, her şey gibi zamanın kendisi de rimel gibi akmış ve O donmuştu... Muhakkak, zaman donmuş, buz kütlesi gibi sert, içine girilmez bir resim oluvermişti. Elleri yetmezdi resme girmeye...Otopark öyle aynı, o radde değişmişti. Gün gitmiş, takvimde birer sayfa atlanmış, karışmış, günler araya kaynamış, hepsi sırasını unutmuş ve random sıralanmış gibi. Bir pazar belki bir çarşamba.. Israr etti bugün o gün değil, ama o gün, nerdeydi, hangi yılın mevsimine aitti. Mevsim yaz mı, kış mıydı. Üşüyor muydu, yoksa sıcak mı atıyordu kanı damarlarında? Damarları gevşeyip, yüzeyi genişletse, biraz serinlik olacak mıydı içinde? Hava çok fazlaydı, ağırdı ve nefes alamıyordu, incecikti üstelik, büsbütün...


Öyle tuhaf... Vale gibiydi beklemek... Bekleyeni olduğu gitmişti de... Ve artık biliyordu daha önce bilmediğini, kendi toprağını bekleyen ölüleri...


Otopark doluydu, Onun yeri boştu... Belli ki hiç tanımadığı, sesini duymadığı, vaktinden önce gitmişti.. Üzerinde adımladı, adını bilmediğini... Tekerlerin az evvel durduğu yerde durdu... Hayali bir araba içinde, koltuğa oturdu, kenevir yağı burnuna doldu, gözleri kuşe kağıtta iki safir.. Şovalye gibiydi, zırhı içinde tuttu gözyaşını...

Bir hayal, boynunda bir fular, narin ellerin direksiyonunu çevirdi, içinden çıkmaz bir sokağa... Hayalinde bir ev önüne park etti, adımlarını adımladı, yürüdü adını bilmediğiyle... Anahtarı çevirdi iki defa, bakmadan ardına, dışarıya kapısını örttü.

Cam önünde masası, yarılanmış kitabın ayracını çekti, düşmana çekilmiş bir kılıç gibi.. Satırları doğradı kılıcıyla, harfler sağa sola savruldu... Neydi, kimdi, bir otoparkta hiç tanımadığı bir yüzde, iki safir gibi bakmıştı ona. Hiç konuşmadan teslim etmişti anahtarını.. Bu sessizdilde sükutun gevezeliği değil de neydi... İçeri girmiş, duramamış, sanki zaman donmuş da kendisi çözülmüş gibiydi.. Bekleyemedi, dönesi geldi, tekrar görmek için. Fuları yere düşmüştü dönüp alamadı bile, dışarı çıktı, arabayı değil valeyi aradı gözleri. Yabancıl ve yabani bakan biri, anahtarla geldi koşarak. Gidesi yoktu ama mecburdu, aldı anahtarı, bindi arabasına. Sanki vale yanındaymış gibi, sanki şimdi gazlasa, onu da beraber götürecekmiş gibi, kontağı çalıştırdı...

Gitti...


Nalan Eyin(Mayıs 2024)