1-CİNSİYET ROLLERİMİZİN GÖÇ SÜRECİNDE ORTAYA ÇIKTIĞI POZİSYONLAR VE BU SÜREÇTE AKTÖRLERİN GELİŞTİRDİĞİ STRATEJİLER 

“Gitmek mi zor kalmak mı?” adlı makaleden yola çıkarak, cinsiyet rolleri çoğunlukla babanın başka ülkeye gitme kararıyla başlıyor, evliliğin başka bir kadınla anlaşmalı olarak yapılmasıyla devam ediyor. Geride kalan kadın: erkeğin ailesinin işini gören, senede bir izne gelecek kocasını bekleyen ve sürekli hareketlerine dikkat etmesi gereken birey olarak hayatına devam etmek zorunda kalıyor. Kadın daha güçlü, soğuk, mesafeli, bir erkeğin yapması gereken tüm işleri tek başına yapmak zorunda kalan olarak hayatını devam ettiriyor.

Çocuklarla ayrı, kocasının ailesiyle ayrı ilgilenmek zorunda kalan kadın, toplumsa cinsiyet rollerinin ötesinde bir yere konumlanıyor. Çocuklar babalarını doğru düzgün tanımadan, baba sevgisi hakkında bir fikri olmadan büyüyor, annelerini her türlü zorluğa dayanabilen cefakâr ve fedakâr olarak konumluyor. Göç eden erkeğin eşi, resmi nikâh olmadığı için haklardan da faydalanamıyor. Bu roller yalnızca yurtdışın göç edenler için değil, farklı şehirlere göç edenler için de değişiyor. Başka bir yere adapte olmaya çalışan aile kurumundaki kadın olgusuna çok daha fazla zorluklar yükleniyor, eğitimi olmadığı için ve şehrin sermaye yükünü kaldıramadıkları için kadınlar hem dışarıda hem de ev içinde çalışmak zorunda kalıyor.  

Kadının göç etmiş kocasının yanında olmaması sebebiyle hata yapma lüksü, diğerleri gibi olma çabası içinde olmaması kendi varlığını önceden olduğu haliyle devam ettirmesi bekleniyor daha doğrusu öyle uygun görülüyor fakat aynı durum erkek için geçerli olmamaktadır, erkek kendinde başka bir dünya kurmayı başka bir deyişle ihtiyaçlarını karşılamayı doğal ve olağan görüyor. Yurt dışına giden erkekler onları bekleyen ailesine rağmen kendisine bir hayat kuruyor, hatta oradaki kadınları kendi ailesinin olduğu eve getirmekte bir sorun görmüyor. Aynı paralelde erkeğin rolü aileye para getirecek- gönderecek- sadece geçimden sorumlu kişilermiş gibi bakılıyor. Erkek kendi bireysel varlığının dışında aile içinde ve çevresinde böyle konumlandırılıyor ( kadının erkeğin işini yapması, kadının cinsiyet rolü ile değersizleştirilmesi, kocanın meşruiyeti bitmesi, sosyolojik inşada aile kurumunda olmaması rolleri değişmesi, habitus, sosyal sermaye).


2-KENT VE KİMLİK İLİŞKİSİNDE OLUŞAN TEMEL SORUNLAR

Kent hayatının bireye sunduğu şeyleri, daha doğrusu kentli olmanın gerektirdiği belli başlı özellikleri tamamlamaya çalışmak kişinin kendi kimliği ile sorunlar yaşamasına neden olabilir. Maddi durumu iyi olmayan biri kente göç ettiğinde kentli olamaz, gecekondu mahallesi onun habitusuna daha yakınmış gibi görünür. Ama aynı şey göç eden kişinin kentli olamaması gibi artık köylü de olamadığı anlamına geliyor, çünkü köy yaşamına göre de o kişi artık şehirli sayılıyor.

Birey değişiyor kent yaşamı içinde diğer insanlarla girdiği etkileşim sonucunda dönüşüyor. Erkeğin karısını kentli kadınlarla kıyaslaması, kadının kocasını şehirli erkeklerle kıyaslaması bu çerçevede her iki cinsiyetin de kendini değersiz ve eksik görmesi gibi şeyler yaşanmaktadır. Aynı problemler çocuklar içinde geçerlidir, çocukların doğdukları yerlerden getirmiş oldukları bilgilerle yeni edinilmeye çalışılan bilgiler arasında sorunlar çıkmaktadır. Okul içinde, okul dışında sosyal çevrede dışlanma, ait hissetmeme, zorbalık gibi sorunlar yaşamaktadır.

Bu kimlik sorunlarına özetle bireyin gittiği yere ait olamaması, geldiği yerden de kentli özellikleri nedeniyle kopuş yaşanması örnek verilebilir. Kişiler kentli olma sorununu ancak eğitimle sağlayabilir, bu şekilde şehirli kimliğine kavuşulabilir. Taşradan gelen kentteki diğer insanlar gibi doğrudan kentli olamamaktadır, burada da bir fırsat eşitsizliği söz konusudur, birey kendini her zaman bir kanıtlama çabası içinde olabilir, gecekonduda yaşadığı için utanabilir, kendine bir şehirlilik fantezisi kurarak sürekli tamamlaması gereken bir süreç içinde olarak bireyi de bireyin kimliğini de olumsuz etkilemektedir.

Şehrin ya da göç edilen ülkenin dini ve milli kimlikleri bireyin kendi hayatındaki öğrendikleriyle uyuşmayınca yeni bir şekil veriliyor. Yeni refleksler geliştiriyor. Ya dini kurslara ya da kendi kültürüne uygun eğitimlere yöneliyor. Kendi kimliğini korumaya çalışıyor. Özetle birey ne şekilde olursa olsun bu alan değişikliği içinde bir kimlik karmaşası yaşamaktadır. Bu kimlik karmaşasın da ya önceden beri kendisinde olan davranış ve düşünceleri muhafaza ederek ya da göçmüş olduğu alana belli başlı görüşlerini törpülemeye çalışarak bir yaşam, kimlik oluşturmaya çalışıyor.



3- “BİZLER İŞCİ BEKLİYORDUK, ONLAR İNSAN ÇIKTI"

Almanya’ya giden işçiler üzerinden yapılan: 

‘biz işçi bekliyorduk onlar insan çıktı’ açıklaması göç eden kişilerin onlara göre insan yerine konulmadığı, göç etmiş kişinin çalışmaktan başka işinin olmayacağı, beklentisinden kaynaklanmaktadır. Göç edenler bu sebeple ayrımcılığa maruz kalır, insani özellikler kimlikler göç edilen bölgeye onların şartlarını kabul ederek yaşayacakları varsayılır. Oysaki göç eden kişilerin rahatsız bulunan özellikleri: alışkanlıkları, yani beraberinde getirdikleri toplumsal ve kültürel unsurlarıdır.

Gidilen yerde uyum sağlamayı engelleyen şey daha çok sizin oraya götürdüklerinizdir. Bizler gittiğimiz yerde habitus gerçekleştiririz. Kendi alanımızı oluşturmaya çalışırız. Yabancı ülkelere göç etmiş kişilerin Türk Mahallesi oluşturması, Türk marketlerinden alışveriş yapmanın daha mantıklı bulunması bunlara örnek gösterilebilir. Habitus kavramı tam da bunu anlatmaya çalışmaktadır, bir tür davranışlar kümesini kastetmektedir. Zamanla etkisini dozunu kaybeder gibi görünebilir fakat aslında öyle değildir. Bir güven duygusu arayışı söz konusu olmaktadır. Kişinin ekonomik durumu elverse de kazanılmış ve terkedilemez şeyler insanı buna itmektedir. Bu sebeple farklı yerlere göç eden insanlar kendi gibi olanlarla aynı çevrede olmayı tercih edebilmektedir. Bu çevrede olmak, kendisi gibilerle olmak ona bir gruba ait, güvende hatta bir nebze kendi ülkesinde (veya şehrinde) gibi hissettirerek bireyi rahatlatır.

Beklentiler göç alan için başka, göç eden için başkadır, göç alan gelenlerin sorun çıkarmayacağını, suç işlemeyeceğini hatta buna yeltenmeyeceğini bile düşünebilmektedir. Göç alanlar: göç ederek gelenlerin kendi tahakkümleri altında olacaklarını var olan düzene sorgulamadan dâhil olacağını varsaymaktadır, bu varsayım olumsuz olursa geleni aynı şekilde gönderebilme gücünü de her fırsatta gelenlere göstermekten geri kalmamaktadır. Fakat suç oranlarının fazla olması bu düşünceyi kırmaktadır. Göç ederek gelenler: haklarına sahip çıkmakta, ayrımcılığa başkaldırmakta, insani ihtiyaçlarını o ülkenin vatandaşları gibi karşılamayı beklemektedir. Göç edenlere ikinci sınıf vatandaş gibi davranılması, yok sayılması hatta değersizleştirilmesi kabul edilmemektedir.